Edebiyatta Sivilleşme
YAYINLANDIĞI YER: Hece Dergisi/ Ekim 2004, Sayı:94, s:71–76
“Edebiyat sivilleşmenin neresindedir?” ve “edebiyat ile sivilleşmenin ilişkisi nedir?” şeklindeki soruların, edebiyat adına sorulabilecek en güzel sorulardan olduğu şüphesiz. Çünkü ne hayatı edebiyattan soyutlamak mümkündür, ne de edebiyatın yaşanılan dünya üzerindeki etkilerini göz ardı etmek.
Masum görüntüsünün altında bir o kadar tehlikeli ve kışkırtıcı olan edebiyat, sanatın bir kolu olmak bakımından da büyük bir etkileme gücünün sahibi olmuş ve zaman zaman otorite sahiplerinde tedirginlikler yaratmıştır. Edebiyat tarihine bakıldığında, yazdıkları yüzünden hüküm giyenlerin var olması, bu tedirginliğin en güzel göstergelerinden biri olarak çıkar karşımıza.
Öyle zaman olur ki, büyük liderlerin ve tehlikeli silahların yapamadığını bir şiir, bir roman, bir tiyatro kolayca başarıverir. Ve yeri gelir, bir edebi eserin yarattığı türbülansı, hiçbir füze, hiçbir bomba yaratamaz. Sahiden de öyle değil midir? Joyce’n ‘Ulysses’i ABD’ye, Gothe’nin ‘Genç Werther’in Acıları’ ile ‘Faust’u Almanya’ya, Dostoyevski’nin ‘Budala’ ile ‘Suç ve Ceza’sı ve Tolstoy’un ‘Savaş ve Barış’ı Rusya’ya, Namık Kemal’in ‘Hürriyet Kasidesi’ ile ‘Vatan yahut Silistre’si, Ziya Paşa’nın ‘Terkib-i Bend’i ve Akif Paşa’nın ‘Adem Kasidesi’ kendi dönemlerine bir bomba gibi düşmemiş midir?
Edebiyatımızda, yazdıkları yüzünden; Namık Kemal, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Fakir Baykurt ve daha niceleri gibi ömrünün bir bölümünü hükümlü geçirmiş olan yazarlar ve hüküm giyme korkusuyla özgür yazamayan yahut yazamamış olan aydınlar var. Burada yapılmak istenen bu kararların doğruluğu veya yanlışlığını tartışmak değil (çünkü her olayı kendi devrinde, kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir), edebiyat ile sivilleşme orantısının nasıl kurulabileceğine ve sadece tek kelimeyle ifade edildiği gibi, sivilleşmenin edebiyat adına iyi ya da gerçekten yeterli olup olmadığına değinmektir. Bunun için de, öncelikli olarak sivilleşme kavramı üzerinde durmak gerekir. Acaba biz sivilleşmeden ne anlıyoruz? Sivilleşme nedir?
“Sivil”in karşılığı olarak Türkçe sözlükte; “asker ve askeri sınıftan olmayan, üniforma giymeyen”1, açıklaması yer alıyor. “Sivilleşme” ise “sivil olma durumu”. Yani tersten okuduğumuzda, bu açıklamalardan hareketle, sivilleşmenin üniformalardan ve dolayısıyla otoritelerden sıyrılmak2 olduğu yargısına varabiliriz. Bunu edebiyat ile birleştirirsek eğer, sivil edebiyat, “üniforma giymeyen” yani tarafsız olan edebiyattır. Zaten, malzemesi insan olan sanatın (bir başka okumayla edebiyatın) üniforma giymesi, ontolojik yapısı gereği imkansız görünmektedir.
Bugün, bu açıdan bakıp, kendi örneğimiz adına konuşursak, sivilleşme kavramının ya hiç anlaşılmamış, ya da yanlış anlaşılmış olduğunu görüyoruz. Bizde sivilleşme, daha çok özelleştirme ve şahsileştirme manasında kullanıldığı için, devletin elinden çıkan her şey sivilleşmiş kabul ediliyor. Halbuki tek kişinin idaresinde olmak da yine bir otorite varlığını gösterir. Bu açıdan sivilleşme kavramının aşındırılması söz konusu.
Sivilleşme, çoğunun sandığı gibi başıboşluk değildir. Yani sivil olmak demek, sonsuz özgürlüklerle donatılmakla aynı anlama gelmiyor. Eğer böyle olsa idi, bir takım sorunlar ve kargaşaların yaşanması kaçınılmaz olurdu. Her şeyden önce toplumsal platformda ve edebi anlamda başıboşluk, bir kaos ortamı yaratabilir ve kalitenin düşmesine de sebep olabilir.
Oysa insanoğlu varolduğundan bu yana, hep bir otorite de onunla birlikte varolmuştur. Devlet yapısı doğmadan önce de, insanlar üzerinde şüphesiz ki, etkin olan bir otorite vardı. En azından kişisel hakların çiğnenmemesi, insanların birbirlerinin haklarına saygı duyması için, bir denetim mekanizmasına ihtiyacın, bir açıdan da var o olduğu inkar edilemez. Açıkçası insanlar, yapıları gereği sınırsız bir özgürlüğü taşıyabilecek, hele hele bu kadar kanun ve nizam varken bunca kargaşa ve gürültünün yaşandığı düşünülürse imkansız gibi gözükmektedir. Esasen devlet de, insanların birlikte yaşama, kişisel haklarını koruma, adalet ve düzeni sağlama gibi birtakım ihtiyaçlarından doğmuştur. Bu nokta da doğru olan, bir şahsın elinde olmaması ve hukukun üstünlüğünün her şeyin üstünde tutulması şartıyla bir otoriteye bağlı olmak ancak bağımlı olmamaktır. Sezai Karakoç, aynı şeyi edebiyata uyarlayarak şunu söyler: “Sanat eseri dış realite ile ilgisini kesmez. Ama bu ilgi sürekliliği, sanat eserinin dış gerçekliğe esir oluşu anlamına gelmez.”3
“Edebiyat için sivilleşme gerekli midir?” sorusuna verilebilecek cevap, mutlaka gerekliliği yolunda olacaktır. Totaliter bir baskının hüküm sürdüğü toplumlarda edebiyat, daha doğrusu sanat yapılabileceğini düşünmek, yahut ortaya çıkan ürünü sanat eseri olarak adlandırmak söz konusu değildir. Özgür yaratımların, baskıyla birlikte ele alınıp, düşünülemeyeceği bu olanaksızlığın en temel sebebidir. Bunun yanı sıra, sivil olmayan bir edebiyat, resmi olacağından hep belirli amaçlara hizmet edecek, belirli sınıfların güçlenmesine katkıda bulunacak ve ortaya konan eserler belirli sınırların dışına çıkamayacak, çıkanlar ise otoriteler yani güç sahipleri tarafından susturulmaya çalışılacaktır. Tıpkı Avrupa’nın, Rönesans ve Reform öncesi yaşadığı gibi.
Geriye dönüp, kendi edebiyat tarihimize baktığımızda da, sanat yönleri en çok tartışılan eserlerin, hep belirli bir görüşe hizmet eden ve belirli amaçlara yönelen eserler olduğunu görürüz. Buna örnek olarak, Nazım’ın bazı şiirleri verilebilir. Bugün hala, belirli bir görüşü dile getiren bu şiirlerin, şiiriyet değeri tartışılmaktadır. Yakup Kadri’de bu yönüyle eleştirilen romancılarımızdandır. Bilindiği gibi yazar, yönetici sınıftan yani diğer bir deyişle üniformalı. Eserlerinde de (Kiralık Konak, Ankara, Yaban) bu yönetici tavır açıkça seziliyor.
Bir başka önemli konu da, toplumun sivilleşmesi meselesidir. Ancak, edebiyatın sivilleşmesi ile toplumun sivilleşmesini aynı kefeye koymak, her zaman için mümkün olmayabilir. Başka bir ifade ile, edebiyatın sivilleşmesi toplumun sivilleşmiş olduğu anlamına gelmeyebilir. Herkesin zihninde, farklı bir sivilleşme olgusunun var olduğunu düşünülürse, bir toplum adına ne tür bir sivilleşmeden bahsedebileceği de kesin değildir. Edebiyat açısından ortaya atılacak en doğru sivilleşme modeli, yazarın ya da şairin duygu, düşünce ve izlenimlerini rahatça ortaya koyabileceği bir düşünce özgürlüğünün temel alınmasıdır.
“Edebiyat sivilleşmenin tam kendisidir” şeklinde bir yargı, ancak bir noktaya kadar haklılık payı taşıyabilir. Evet, yazar ya da şairin, eserini ilk önce kendisi için yazdığı doğrudur. Edebiyat yapısı gereği baskıyı değil, özgürlüğü ve özgür ortamları ister. Çünkü ancak özgür yaratımlar sanat eseri olmaya layıktır. Ancak bu nokta da ciddi anlamda düşünmek gerekir. Edebiyat ve sivilleşmenin, birebir örtüştüğünü söylemek zor. Muhakkak ki, edebiyat ve sivilleşme çok yakın ilişki içinde olmakla ve birbirinden ayrı düşünülememekle birlikte; birbirlerini karşıladıkları değil, tamamladıkları daha doğrudur.
Bir yazarın/şairin kalemi, onun her şeyi, tabiri caizse kimliği değerindedir. Bu nedenle, ona yapılabilecek en büyük kötülük, kalemini elinden almak olacaktır. Otoritenin devlet olduğu bir model hakkında konuşursak, devletin varlığını korumak ve otoritesini devam ettirmek istemesi son derece olağandır. Sanat eseri karşısında devletin tutumuna gelince, Necip Fazıl poetikasında bunu şöyle ifade eder: “Devlet, bütün sanat mücadelelerinde ve zümreleşmelerinde, kendi ideolocya köklerini incitmedikçe her tarafı serbest ve sözü zamana ve cemiyete bırakmaktan başka hiçbir hak sahibi olamaz.”4 Bu kıstas dışında, sanatçının kitabının toplatılması her şeyden önce okur açısından tercih edilecek bir tutum değildir. Okur (burada okurun konumu ve tutumu çok önemli olmakla birlikte), okuduğu eseri değerlendirip, onun kendisi için yararlı yahut zararlı olduğunun farkına varabilecek konuma ulaşmış olmalıdır. Her iki durumun aksinde bir tutum ise, edebiyatın sivilleşmesini gerçekten engelleyecektir.
Bilindiği gibi 1933’lü yıllarda Amerika’da, ‘müstehcen’lik gerekçesiyle hakkında toplatılma kararı çıkmış olan Ulysses, yargıç John Woolsey tarafından, kurmacalığı dikkate alınarak aklanmıştı. Aslında bu, neyin neye göre değerlendirileceği yönünde ve özellikle edebiyat eserini değerlendirmede önemli bir örnek teşkil etmektedir. Bir edebi metni, ahlaki ölçütlerle değerlendirmek, her şeyden önce onun varlığıyla/yapısıyla çelişir. Aksi durumda ise, eserlerin toplatılmaya, yazarların hüküm giymeye devam etmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Edebiyatın, her şeyden önce farklı ve sanal bir dünya olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Onu gerçek hayatın realiteleriyle değerlendirmek, doğal olarak bizi yanlış yönlendirebilir. Hiçbir romancı için, yarattığı karakterler ve olay kurgusu, onu değerlendirmede tek ölçüt sayılamaz. Ve eğer, edebi metin üzerinde böyle bir değerlendirme söz konusu ise, bu edebi ölçütler niteliğinde olmalıdır. Metinde söz konusu olan gerçek, “kurmaca gerçeklik”dir ve dolayısıyla reel dünyanın gerçeklerinden çok farklıdır. Bu nedenle, edebi metinde “gerçeklik”ten ziyade “tutarlılık” aranmalıdır. Çünkü edebi metin, kendi gerçekliğini kendi içinde barındırmakta, bunu için dış dünyanın göndergelerine ihtiyaç duymamaktadır.
‘Edebiyat hangi açıdan sivilleşmeli’ sorusu, üzerinde durulması gereken bir diğer sorudur. Neye göre sivilleşecek edebiyat, yazara ya da okura göre mi, yoksa içinde varolduğu topluma göre mi? Yazar ne dereceye kadar kendi için yazabilir? Ve bir eser yazarın elinden çıktıktan sonra, ne dereceye kadar sivilliğini koruyabilir. İşte kafa karıştıran bir yığın soru daha cevaplanmayı beklemektedir.
Edebiyatın daima ileri boyutu sevdiği ve ona yöneldiği doğrudur. Aksi, mümkün olmadığı gibi, edebiyat adına sağlıklı da değildir. Edebiyatın eskiye yönelmesi, eskinin kalıplaştırılması şeklinde değil, ancak onun yeniden yaratılması ve yeni bir anlayışla ele alınması şeklinde olabilir. Otoritelerin, edebiyata müdahalesi ise çoğunlukla, ileriyi savunana karşı kendisinin geride kalması sebebiyledir.
Evet, genel anlamda, sanatın özgürleşmeye ve dolayısıyla sivilleşmeye ihtiyacı vardır. Üzerinde konuşulması gereken ise, neyin ne kadar olması gerektiğidir. “Hapishanede bile özgürlüğü yitirmemek” sözü, bu açıdan iyi bir ölçüt sayılabilir. İnsan hapishanede, sanat ise baskıcı-totaliter toplumlarda bile özgürlüğünü yitirmemelidir.
Gerek toplumsal açıdan, gerekse edebi anlamda, sivilleşme büyük önem taşır. Özellikle edebiyatın belirli güçlerin (devlet, şahıs, medya veya herhangi bir otorite) baskısından ve sınırlarından kurtulması, ontolojik açıdan bir gerekliliktir. Aksi halde edebiyat adına edebi olmayan eserlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Sanata ve sanat kavramına yapılabilecek en büyük ihanet, bir sanatçının sanatını/kalemini belirli görüşlerin hizmetine sunmasıdır. Çünkü baskı kabul etmeyecek tek alan varsa, o da ancak sanat ve sanatın kollarıdır. Dolayısıyla, resmi edebiyat diye nitelendirebileceğimiz, sivil edebiyatın karşıtı olan, edebiyatın ortaya koyduğu ürünler, bir bildirge olmaktan ileri gidemeyecektir.
Edebiyat sivilleşmek değildir, ama en iyi sivilleşme yolu yine edebiyattır. Çünkü edebiyat, daha önce de üzerinde durmuş olduğum gibi, özgür çağrışımların çocuğudur. Ve edebiyat öyle bir dünyadır ki, orada yazar da, okur da kendisini bulur/bulmalıdır.
alıntı