Çıktım tavan arasına bir kırık sandık buldum. Açtım baktım: İçinde bir kırık altın Almayacaktım ama, aldım Sarıdır diye, Ordan gittim İstanbul’a bir kâse yoğurt aldım Durudur diye, Dokuz yüz doksan testi su kattım Borudur diye, Tophane güllelerini cebime doldurdum Darıdır diye, Nacağı aldım Kapalıçarşı’ya daldım Korudur diye, Akdeniz’e girdim Kıyıdır diye, Ortasına bastım Kuyudur diye, Selimiye Camii’nin duvarına dayandım Yalıdır diye, Ahırdağı’na bir tekme vurdum “Geri dur!” diye, Üçlük beşlik verdiler beğenmedim İridir diye, Sade Osmanlı lirası verdiler almadım Sarıdır diye, Beni aldılar tımarhaneye götürdüler Delidir diye, İki adam geldi şahitlik etti Veli oğlu velidir diye, Tımarhaneyi dürdüm katladım sırtladım Halıdır diye, Beş on copa vurdular Yeridir diye, Beni padişaha bildirdiler Delidir diye, Padişahtan ferman çıktı “Bırakın onu eski huyudur!” diye, Ferman aldım cadde boyu gidiyordum Bir boz eşek gördüm Takıldım peşine Eşek bana bir tekme vurdu Geri dur diye.(Pertev Naili BORATAV‘dan) * * * Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, devler top oyunarken eski hamam içinde… Bir havladık, hoyladık; cümle âlemi topladık. Allah’ın kışı tandırın başı olur da kim gelmez? Haylanan da geldi, huylanan da geldi, ahlanan da geldi, ohlanan da geldi. Hele büyük baş, büyük kara kadı, kuru kadı geldi… Kadıyı, dayıyı duyunca; yabanın ördeği, kazı geldi… Ördeği, kazı görünce, bir de çulsuz tazı geldi. Tazının peşinden de görmemişin oğlu, kör Memiş’in kızı geldi… Ne etti, ne etti, arkası sökün etti: Kambur Ese, Sarı Köse geldi; biri saltanata, biri süse geldi… Bunları duyar da durur mu ya! Hımhımınan burunsuz, birbirinden uğursuz geldi… Bu iki uğursuzun ardından da ekmediğin yerde biten bir arsız, yüzsüz geldi… Daha daha, sarı çizmeli Mehmet ağa geldi, geldi dertlere deva, gönüllere sefa geldi… Derken efendim, seyrek basandan sık dokuyana, bir taşla iki kuş vurandan her yumurtaya bir kulp takana kadar kim var, kim yok; kimi aç, kimi tok; geldi, toplandı. Toplandı ya, hepsi de başını kaldırıp kaşını yaktı, derken her kafadan bir ses çıktı; başladı her biri bir maval okumaya… Kimi ince eğirip sık dokudu; kimi yukarıdan atıp, aşağıdan tuttu… Kimi tavşana kaç, tazıya tut dedi; kimi ağzını yum, dilini yut dedi… Kimi kâh nalına, kâh çivisine vurdu; kimi süt dökmüş kedi gibi oturdu… Kimi kâhya karı gibi her işe karıştı; kimi gemi azıya alıp birbiriyle yarıştı… Kimi akıntıya kürek çekti; kiminin kırdığı ceviz kırkı geçti… Kimi kırkından sonra kaval çaldı; kimi de benim gibi ellisinden sonra masala daldı… Bir var ki, hangisine ne denir? Allah her kuluna bir çene, her çeneye bir gene vermiş, oynatıp duruyor. Lafla peynir gemisi yürümez ama, sadece dinlemekle de olmaz; laf ebeleri adamı aptal yerine korlar; bari ben de birini çekip, çekiştireyim dedim ya, ne haddime! Yetmiş iki millet burada, sade bir Keloğlan yok ortada… Yüz yüzden utanır, ötekileri dilime dolayacak değilim ya, ben de tuttum Keloğlan’ın yakasından; bakın ne deyip durdum arkasından: Bir varmış, bir yokmuş; Allah’ın kulu çokmuş, çok söylemesi günahmış. Develer tellal iken, keçiler berber iken, bir memleketin birinde bir kocakarı, kocakarının da bir kel oğlu varmış