|
Kayıt ol | Yardım | Üye Listesi | Ajanda | Bugünki Mesajlar | Arama |
Tarih Tarih dersi ödevleri,Tarih ödevleri... |
| LinkBack | Seçenekler |
05.01.13, 15:14 | #2 (permalink) |
Moderator Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 7.449
Konular: 6324 Rep Puanı:14360 Rep Gücü:167 RD: Ettiği Teşekkür: 53 719 Mesajına 1.316 Kere Teşekkür Edlidi : | Aşık Veysel (1894-1973) Aşık Veysel (1894-1973) Yaşamı "Üçyüzonda gelmiş idim cihana" Veysel Şatıroğlu, 1894'te Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Veysel'in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veysel'i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür. Veysellere yörede "Şatıroğulları" derler. Babası "Karaca" lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel'in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır. Veysel'den önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir. Yedi yaşına girdiği 1901'de Sivas'ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: "Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya başıma zindan." Bu düşmeden sonra Veysel'in belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu eşi Gülizar Ana şöyle anlatıyor: "Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle bulur ve severdi." Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar. Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni'nde doktor varmış. Babasına "Çocuğu Akdağmadeni'ne götür, orada gözünü açacak bir doktor var" demişler. Sevinmiş babası. Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel'in. "Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece." Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel'in. Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel'i. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas'ın bu âşığı/ozanı bol diyarında, Veysel'in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veysel'in dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu. Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet'in evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış. İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği'nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa'dan (Âşık Alâ) almış. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel'i. Pir Sultan Abdal, Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece. "Âşık Veysel'in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veysel'in bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da mahrum... Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır." O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe'ye; "Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum." Bunda biraz Anadolu'da "erkek oğlan" olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel'in vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu: "Ne yazık ki bana olmadı kısmet Düşmanı denize dökerken millet Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet Kılıç vurmak için düşman başına. Bugünler müyesser olsaydı bana Minnet etmez idim bir kaşık kana Mukadder harici gelmez meydana Neler geldi bu Veysel'in başına." Veysel'in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru "belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel'e bakamaz" düşüncesiyle Veysel'i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esma'dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel'in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor... Veysel'in acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor. 1921'in 24 Şubat'ında annesi bir gün ondan onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de bir çok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlan'dan, Emrah'tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır. Ağabeysi Ali'nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veysel'in bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel'in ilk eşi olan Esma'yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veysel'in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece. Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel'in kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış. Bir şiirinde dile getirdiği gibi: "Talih çile kadar sözü bir etmiş, Her nereye gitsem gezer peşimde." Bin katmerli acılar silsilesi kısacası. "O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir. 1928'de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana'ya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivas'ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veysel'i dinleyelim: "Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, 'ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme' diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim." Veysel'in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara'nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel'i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adana'ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas'lı Kalaycı Hüseyin, Veysel'e yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafik'in Yalıncak köyüne ve Zara'nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sivas'tan Sivrialan'a dönerlerken arkadaşları bir "üç kağıtçı" grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlar. Arkadaşları Veysel'in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik'in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evleniyor." 1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları "Halk Şairlerini Koruma Derneği"ni kuruyorlar. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı'nı düzenliyorlar. Böylece Veysel'in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Denebilir ki, Veysel için A.Kutsi Tecer'le tanışması hayatında yeni bir başlangıcı işaretliyor. 1933'e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyet'in onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer'in direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında Veysel de var. Veysel'in günışığına çıkan ilk şiiri böylece "Atatürk'tür Türkiye'nin ihyası"... dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel'in de köyünden dışarıya çıkması oluyor. O zaman Sivrialan'ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel'in bu destanını çok beğeniyor, "Ankara'ya gönderelim" diye istiyor. Veysel de "Ata'ya ben giderim" diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara'ya geliyorlar. Veysel Ankara'da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor. Destanı Atatürk'e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk'e okumak kısmet olmuyor. Eşi Gülizar Ana: "Ata'ya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur..." diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başlıyor, seviliyor, saygı görüyor. O günleri şöyle anlatıyor: "Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara'ya gelebildik. Otele gitsek para yok. 'Nere gidek? Nasıl Edek?" diye düşünüyoruz. Dediler ki: "Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir." O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara'da, şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi'nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki: -'Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal'e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız?' Dedi ki: -'Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir.' Gittik Mustafa Bey'e derdimizi anlattık. Öyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemal'e duyurmak istiyoruz. 'Bize yardım et!' dedik. Dedi ki: -'Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin!' -'Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal'e!' Milletvekili Mustafa Bey, 'okuyun da bir dinleyeyim bakayım' dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankara'da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi'yle konuşacağını söyledi. 'Yarın bana gelin!' dedi. Gittik. 'Ben karışmam' dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. 'Ne yapsak?' diye düşünüyoruz. Sonunda, 'Matbaaya biz gidelim' dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus Meydanı'ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı'na yürüdük. Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak.! Efendim polis geldi: -'Girmeyin' dedi. 'Çarşıya girmek yasak!' Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı. Polis: -'Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin!' diye diretti. -'Peki girmeyelim' dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahim'e çıkıştı. -'Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin!' diye çıkıştı. -'Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız!' dedik. O zaman polis, İbrahim'e: -'Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al!' Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk. -'Ne istiyorsunuz?' dedi müdür. -'Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz!' dedik. -'Çalın bakayım; bir dinleyeyim!' dedi. Çaldık dinledi! - 'Ooo! Çok iyi' dedi. 'Çok güzel.' Yazdılar. 'Yarın gazetede çıkar' dediler. 'Gelin de gazete alın!' Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler: - 'Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!' dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemal'den ses yok. Dedik: 'Bu iş olmayacak.' Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi'nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa Kemal'den yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankara'da bir avukatla tanışmıştık. Avukat: - 'Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir!...' dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: - 'Siz sanatkâr adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz!' Döndük avukata geldik. 'Ne yaptınız?'dedi. Anlattık. 'Durun bir de valiye yazalım!' dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: -'Yok!' dedi. 'Paramız yok! Sizi gönderemeyiz!' dedi. Avukat içerledi ve kahretti: - 'Gidin! İşinize gidin!' dedi. 'Ankara Belediyesi'nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş!' dedi. Acıdım avukata. 'Nasıl edelim? Ne edelim?' derken bir de 'Halkevi'ne uğrayalım bakalım. Belki oradan bir şey çıkar' diye düşündük. Mustafa Kemal'e gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk. İçeriden bir adam çıktı: -'Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz?' diye sordu. -'Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar!' diye cevap verdik. -'Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu!' dedi. O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada: -'Ooo! Buyurun! Buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı: -'Gelin halk şairleri var, dinleyin.' dedi. Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: -'Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler!' Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevi'nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankara'dan köyümüze işte o parayla döndük. Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzeti'nin: “Mecnunum, Leyla’mi gördüm Bir kerrece bakti geçti. Ne söyledi ne de sordum Kaslarini yikti geçti Soramadim bir çift sözü Ay miydi gün müydü, yüzü Sandim ki zühre yildizi Savki beni yakti geçti. Atesinden duramadim Ben bu sirra eremedim Seher vakti göremedim Yildiz gibi akti geçti. Bilmem hangi burç yildizi Bu dertler yareler bizi Gamzen oku bazi bazi Yar sineme çakti geçti.. Izzetî, bu ne hikmet is Uyur iken gördüm bir düs Zülüflerin kement etmis, Yar bonuma takti geçti.” siiridir. Köy Enstitüleri'nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer'in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri'nde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiye'nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor. 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel'e, "Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü" 500 lira aylık bağlanmıştır. 21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30'da doğduğu köy olan Sivrialan'da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu. Âşık Veysel'in yaşamını özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkan'ın şu betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur: "Kızılırmak soru işaretine benzer, Zara'dan doğar, Hafik ve Şarkışla'dan sonra Sivas topraklarını terkeder. Bir yay çizip Kayseri'yi, Nevşehir'i, Kırşehir'i, Ankara'yı ve Çorum'u sular, Samsun'un Bafra ilçesinde denize dökülür, Âşık Veysel'in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir ucu Bafra'dadır, bir ucu da Zara'da. Bafra'ya dek uzanan acılı bir yaşam Zara'nın doğusundaki Kızıldağ'ın gür sularıyla beslenip sona erer." |
05.01.13, 15:17 | #3 (permalink) |
Moderator Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 7.449
Konular: 6324 Rep Puanı:14360 Rep Gücü:167 RD: Ettiği Teşekkür: 53 719 Mesajına 1.316 Kere Teşekkür Edlidi : | Dadaloğlu Dadaloğlu Dadaloğlunun doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bir bilgi olmamakla beraber eldeki kaynaklardan 1785-1868 olarak belirlenmiştir. Yani Dadaloğlu'nun 18.yy'ın son çeyreğinde doğup 19.yy'ın ortalarında öldüğü bilinmektedir. Güney illerinde dolaşan Türkmen topluluklarının Avşar boyundandır. Yaşamı hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız Dadaloğlu'nun şiirleri yazılı kaynaklar aracılığıyla değil sözlü gelenek sayesinde bugüne ulaşmıştır. Kalktı göç eyledi Avşar illeri Ağır ağır giden eller bizimdir Arap atlar yakın eder ırağı Yüce dağdan aşan yollar bizimdir Belimizde kılıcımız Kirmani Taşı deler mızrağımın temreni Hakkımızda devlet etmiş fermanı Ferman padişahın dağlar bizimdir Dadaloğlu yarın kavga kurulur Öter tüfek davlumbazlar vurulur Nice Koçyiğitler yere serilir Ölen ölür kalan sağlar bizimdir Avşar içinde ben güzel gördüm Kozar arasından çeker göçünü Kınalamış ayağını başını Sırma ile örmüş sümbül saçını Her sabah her sabah kendini över Altın saç bağları topuğu döver Sâde kaşı ile gözleri değer Acem ülkesinin tâc-ı tahtını Dadaloğlu al yanağın gülünden Misk kokuyor saçlarının telinden İnce belli nazlı yarin dilinden Birkaç sene bekleyelim Hacın'ı |
05.01.13, 15:17 | #4 (permalink) |
Moderator Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 7.449
Konular: 6324 Rep Puanı:14360 Rep Gücü:167 RD: Ettiği Teşekkür: 53 719 Mesajına 1.316 Kere Teşekkür Edlidi : | Dertli Dertli Gerede yakınındaki Çağa (Reşadiye) nahiyesinin Şahneler köyünde doğmuştur. Asıl adı İbrahim ve mahlası Lütfidir. Geçimini âşık kahvelerinde saz çalıp şiir söyleyerek sağlamıştır. Önce halveti tarikatine girdiği daha sonra bektaşiliğe yöneldiği söylenen Dertli 1846 yılında Ankara'da ölmüştür. Havalanma telli turnam Uçup gitme yele karşı Zülüflerin tel tel olmuş Döküp gitme yele karşı Davlumbaza vur turayı Dünden avladık burayı Getir oğlan boz kulayı Binem gidem yare karşı Şahinim var bazlarım var Ördeğim var kazlarım var Yare tenha sözlerim var Diyemem agyâra karşı Dertli der ki dünya fani Seni seven n'eyler malı Yakışmazsa öldür beni Yeşil giyin ala karşı |
05.01.13, 15:19 | #5 (permalink) |
Moderator Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 7.449
Konular: 6324 Rep Puanı:14360 Rep Gücü:167 RD: Ettiği Teşekkür: 53 719 Mesajına 1.316 Kere Teşekkür Edlidi : | Evliya Çelebi (1611-1682) Evliya Çelebi (1611-1682) Türk, gezgin. Gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır. Evliya Çelebi b.Derviş Mehmed Zillî İstanbul'da Unkapanı'nda doğdu, 1682'de Mısır'dan dönerken yolda ya da İstanbul'da öldüğü sanılmaktadır. Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubaşıydı. Evliya Çelebi'nin ailesi Kütahya'dan gelip İstanbul'un Unkapanı yöresine yerleşmişti. İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi. Musiki ile ilgilendi. Kuran'ı ezberleyerek "hafız" oldu. Enderuna alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa'nın aracılığıyla Sultan IV. Murad'ın hizmetine girdi. Evliya Çelebi'nin geziye karşı duyduğu ilgi, çocukken babasından, yakınlarından dinlediği öykülerden, söylencelerden ve masallardan kaynaklanır. Seyahatname adlı yapıtının girişinde geziye duyduğu ilgiyi anlatırken bir gece düşünde Peygamber'i gördüğünü, ondan "şefaat ya Resulallah" diyecek yerde şaşırıp "seyahat ya Resulallah" dediğini, bunun üzerine Peygamber'in ona gönlünün uyarınca gezme, uzak ülkeleri, görme olanağı verdiğini yazar. Bu düş üzerine 1635'te, önce İstanbul'un bütün yörelerini dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640 dolaylarında Bursa, İzmit ve Trabzon yörelerini gezdi, 1645'te Kırım'a Bahadır Giray'ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı, savaşlara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katıldı. 1645'te Yanya'nın alınmasıyla sonuçlanan savaşta, Yusuf Paşa'nın yanında görevli bulundu. 1646'da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa'nın muhasibi oldu. Doğu illerini, Azerbaycan'ın, Gürcistan'ın kimi yörelerini gezdi. Bir ara Revan Hanı'nı mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu nedenle Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648'te İstanbul'a dönerek Mustafa Paşa ile Şam'a gitti, üç yıl o dolaylarda gezdi. 1651'den sonra Rumeli'yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya'da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi. Kaynakların bildirdiğine göre, Evliya Çelebi'nin gezi süresi 50 yılı kapsar. Evliya Çelebi'nin gezilerinin oldukça geniş bir alanı kaplaması iki bakımdan önemlidir. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu'nun komşu ülkelerle olan ilişkilerini yansıtması, ikincisi insan başarılarına ilgilendirir. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez, araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insan düşüncesinin ürettiği bütün başarıları kapsar. Bu özelliği nedeniyle Evliya Çelebi'nin yapıtı değişik açılardan bakılarak değerlendirilir. Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi'nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle Divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür. Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir yaratı ürünü sayılır, şiir gibi ağdalı, ayaklı-uyaklı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır. Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi öznel yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan öykülerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur. Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır. Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, dernek, eğlence, inançlar, karşılıklı insan ilişkileri, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar. Evliya Çelebi insanlarla ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz eder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır. Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına, çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Yapıtın kimi bölümlerinde, gezilen yörenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen ünlü kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir. Evliya Çelebi'nin yapıtı dil bakımından da önemlidir. Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken kullanılan sözcüklerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, sözcüklerin kullanım ve yayılma alanını saptama bakımından yararlı olmuştur. Kimi yabancı kökenli sözcüklerin söyleniş biçimi halk ağzına göredir. Bu da dilci için bir yöre ağzının oluşumunu anlamaya yarar. Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si çok ün kazanmasına karşın, bilimsel bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır. YAPITLAR (başlıca): Seyahatname, (ö.s.), ilk sekiz cilt: 1898-1928, son iki cilt: 1935-1938. |
05.01.13, 15:20 | #6 (permalink) |
Moderator Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 7.449
Konular: 6324 Rep Puanı:14360 Rep Gücü:167 RD: Ettiği Teşekkür: 53 719 Mesajına 1.316 Kere Teşekkür Edlidi : | Fuzuli (1480-1556) Fuzuli (1480-1556) Türk Divan şairi. Temelini bireysel duygu ve sevgide bulan bir şiir anlayışını geliştirmiştir. Gerçek adı Mehmed b. Süleyman'dır. Kerbelâ'da doğdu, doğum yılı kesinlikle bilinmiyorsa da, kimi kaynaklara göre 1480 dolaylarındadır. 1556'da Kerbelâ'da öldü. Yaşamı, özellikle gençlik dönemi ve öğrenimi konusunda yeterli bilgi yoktur. Şiirde "Fuzûlî" adını, kendi şiirlerinin başkalarınınkilerle, başkalarının şiirlerinin de kendisininkilerle karşılaştırılması için aldığını, böyle bir takma adı kimsenin beğenmeyeceğini düşündüğünden kullandığını, Farsça Divan'ının girişinde açıklar. Ama "işe yaramayan", "gereksiz" gibi anlamlara gelen "fuzûlî" sözcüğünün başka bir anlamı da "erdem"dir. Onun bu iki kaşıt anlamdan yararlanmak amacını güttüğünü ileri sürenler de vardır. Fuzûlî'nin yaşamı konusunda bilgi veren kaynaklar birbirini tutmamakta, genellikle söylenceyle gerçeği ayırma olanağı bulunmamaktadır. Onunla ilgili güvenilir bilgiler, yapıtlarının incelenmesinden, kimi şiirlerinin açıklanışından kaynaklanmaktadır. Bunlardan anlaşıldığına göre Fuzûlî iyi bir öğrenim görmüş, özellikle İslam bilimleri, tasavvuf, İran edebiyatı konularında çalışmalar yapmıştır. Şiirlerinde görülen kavramlardan simya, gökbilim konularıyla ilgilendiği, İslam ülkelerinde pek yaygın olan ve gelecekteki olayları bildirmeyi amaçlayan "gizli bilimler"le ilişkili bulunduğu anlaşılmaktadır. İslam bilimleri içinde hadis, fıkıh, tefsir ve kelam üzerinde durduğu, gene yapıtlarında yer alan kavramların incelenmesinden ortaya çıkmaktadır. Türkçe, Arapça, Farsça divanlarında bulunan şiirleri, bu üç dili de çok iyi kullandığını, onların bütün inceliklerini kavradığını göstermektedir. Yapıtları incelendiğinde İran şairlerinden Hâfız, Türk şairlerinden de Nesîmî, Nevâî ve Necati'yi izlediği, onların şiir anlayışını, duygu ve düşüncelerini benimsediği görülür. İnanç bakımından Fuzûlî, Şii mezhebine bağlıdır. On iki İmam'a karşı derin bir sevgisi vardır. Bütün yaşamını Kebelâ'da, Şiiler'ce kutsal sayılan topraklar üzerinde geçirmesi, aşağı yukarı bütün şiirlerinde tasavvuftan kaynaklanan bir sevgiyi, bir üzüntüyü işlemesi, Kerbelâ olayıyla ilgili ağıtları, Şeriat'ın katılığına karşı çıkışı bu nedenlerdir. Ancak Ali'ye bağlılığı, Ali'nin tanrısal bir varlık olduğu görüşünü savunan ve İslam ülkelerinde Galiye (aşırılık) diye nitelenen inançla ilgili değildir. Ona göre Ali erdemli, gönül bilgisiyle dolu, olgun, yetkin bir kişidir ve Peygamber'den sonra imam (halife) olması gereken kimsedir. Bu görüşü benimsemeye, İslam ülkelerinde, mufaddıla (erdeme bağlı olma) denir. Fuzûlî de bu erdemden yana olanlar arasındadır. Ona göre Ali erdem bakımından, bütün halifelerden ve Peygamber'in yakınlarından (sahabe) üstündür. Bu konudaki inancını Hadîkatü's-Süedâ ("Mutluların Bahçesi") adlı yapıtında bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Türkçe ve Farsça divanlarında Ali ve onun soyundan gelen imamlara bağlılığını konu edinen birçok şiir vardır. Bir aralık Bağdat'ı ele geçiren İsmail Safevi'ye yazdığı övgünün kaynağı da bu sevgidir. Fuzûlî'nin, geçimini Kerbelâ, Necef ve Bağdat'ta bulunan On İki İmam'la ilgili vakıfların gelirlerinden sağladığı Farsça Divan'ındaki "Dürr-i sadef-i sıdk cenâb-ı mütevelli" (Doğruluk sedefinin incisi yüce görevli) dizesiyle başlayan şiirden anlaşılmaktadır. Fuzûlî, yaşadığı dönemin geleneğine uyarak, Bağdat'ı ele geçiren Osmanlı padişahı Kanuni Süleyman'a ve Rüstem Paşa, Mehmed Paşa, İbrahim Bey, Cafer Bey gibi devlet büyüklerine övgüler yazmıştır. Fuzûlî'nin bütün yaratıcı gücü, yaşam ve evren anlayışını, insanla ilgili düşüncelerini sergilediği şiirlerinde görülür. Ona göre şiirin özünü sevgi, temelini bilim oluşturur. "Bilimsiz şiir temelsiz duvar gibidir, temelsiz duvar da değersizdir" anlayışından yola çıkarak sevgiyi evrenin özünü kuran bir öğe diye anlar, bu nedenle "evrende ne varsa sevgidir, sevgi dışında kalan bilim bir dedikodudur" yargısına varır. Sevginin yanında, şiirin örgüsünü bütünlüğe kavuşturan ikinci öğe üzüntüdür, sevgiliye kavuşma özleminden, ondan ayrı kalıştan kaynaklanan üzüntü. Üzüntünün, ayrılık acısının, kavuşma özleminin odaklaştığı başlıca yapıtı Leylâ ile Mecnun'dur. Burada seven insan, bütün varlığıyla kendini sevdiği kimseye adamıştır, ancak sevilen kimsede yoğunlaşan sevgi tanrısal varlığı erek edinmiş derin bir özlem niteliğindedir. Sevilen insan bir araç, onun varlığında görünüş alanına çıkan Tanrı, tek erektir. Fuzûlî, bu konuda Yeni-Platonculuk'tan beslenen tasavvufun insan-tanrı anlayışına bağlı kalarak, varlık birliği görüşünü işlemiştir. Ona göre gerçek varlık Tanrı'dır, bütün nesneler ve onları kuşatan evren Tanrı'nın bir görünüş alanıdır. Bu nedenle yaratılış, tanrısal varlığın görünüş alanına çıkışı, bir ışık (nûr) olan "Tanrı özü'nden dışa taşmasıdır (sudûr); "Zihî zâtın nihân u ol nihandan mâsivâ peydâ" (Senin özün gizlidir, bu görünen evren o gizli özünden ver olmuştur). Fuzûlî'nin anlayışına göre insan "seven bir varlık"tır, bu sevgi Tanrı ile insan arasındaki bağın özünü oluşturur, ayrı insanın Tanrı'ya yaklaşmasını sağlar. Bu nedenle de yalnız insan sevebilir. Varlık türlerinin en yetkini, en olgunu olan insan Tanrı'nın gören gözü, konuşan dili, duyan kulağıdır. İnsanda Tanrı istenci dışında bir eylemi gerçekleştirme olanağı yoktur. İnsan biri gövde, öteki ruh olmak üzere iki ayrı özden kurulu bir varlıktır. Gövdenin toprak, yel (hava), od (ateş) ve su gibi dört oluşturucu öğesi vardır. Ruh ise tanrısaldır, gövdede, gene Tanrı buyruğuyla bir süre kaldıktan sonra, kaynağına, tanrısal evrene dönecektir, bu nedenle ölümsüzdür. İnsanın yeryüzünde yaşadığı sürece ruhunun kutsallığına yaraşır biçimde davranması, doğruluk, iyilik, erdem, güzellik gibi değerlerden ayrılmaması, özünü bilgiyle süslemesi gerekir. Fuzûlî, "maarif" adını verdiği gönül bilgisini kişinin özünü ışıklandırması için bir kaynak diye yorumlar, "ey güzel zâtın maârif birle tezyîn edegör" dizesiyle bu konudaki görüşünü açıklar. Onun ahlakla ilgili görüşlerinin temelini kuran doğruluk, iyilik ve erdem gibi üç öğedir. Bu üç öğenin karşıtı baskı (zulm), ikiyüzlülük (riyâ) ve bilgisizliktir (cehl). "Selâm verdim rüşvet değildir deyu almadılar" diye başlayan Şikayet-nâme'sinde çağının yolsuzluklarını, ahlaka, İslam dininin özüne aykırı davranışları sergilenirken, Türkçe Divan'ında da "zalimin zulm ile akçe toplayıp yardım edermiş gibi başkalarına dağıttığını, oysa cennete rüşvetle girilmeyeceği" anlamındaki dizelere geniş yer verir. Ona göre bu yeryüzü bir alışveriş yeridir, herkes elindekini ortaya döker. Bilgiyi seven erdem ve beceriyi, dünyayı seven de altını, gümüşü sergiler: Dehr bir bâzârdır her kim metâın arz eder Ehl-i dünya sîm ü zer ehl-i hüner fazl u kemal Fuzûlî, inanç konusunda da erdemin, doğruluğun, Kuran'ın özüne bağlı kalmanın gereğini savunur. Ona göre oruç, namaz, zekât gibi görevler gösteriş için değil, kişinin özünü kötülükten arındırmak, olgunlaştırmak içindir. Oysa içinde yaşanan çağın insanı İslam dininin temel ilkelerini bir çıkar aracı olarak kullanmakta, gerçeğinden uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle İslam'ın özünden ayrılmak istemeyen bir kimsenin uygulaması gereken yöntem "namaz ehline uyma, onlar ile durma oturma" biçiminde özetlenebilir. Fuzûlî'nin dili Azeri söyleyişidir, özellikle Nevâî ve Nesîmî'yi anımsatan bir nitelik taşır. Şiirde uyumu sağlayan öğe genellikle, sözcükler arasında ses benzerliğinden kaynaklanır. Aruz ölçüsüne uymayan Türkçe sözcüklerde görülen uzatma ve kısaltmalar Arapça ve Farsça sözcüklerle uyum içine girer. Dilde biri ses uyumu, öteki anlam olmak üzere iki temel öğe dizeler arasında, ses uyumuna dayanan bağlantıdır. Farsça'nın şiire daha yatkın bir dil olduğunu, Türkçe şiir söylemenin güçlüğünü ileri sürmesine karşılık, Türkçe şiirlerinde daha çok başarılı olmuştur. Hadikatü's-Süedâ adlı yapıtında şiir söylemeye pek elverişle olmayan Türkçe'yi başarıyla kullanacağını, bu dili güçlü, elverişli bir şiir durumuna getireceğini ileri süren Fuzûlî'de halk dilinde geçen sözcükler, deyimler, atasözleri önemli bir yer tutar. Kimi şiirlerinde Kuran ve Hadisler'den alıntılarla dizenin anlamı güçlendirilir. Divan şiirinin bütün ölçülerini, biçimlerini kullanan Fuzûlî'nin yaratıcı gücü, düşünce derinliği, söyleyiş akıcılığı daha çok gazellerinde görülür. Kerbelâ olayıyla ilgili şiirlerinde üzüntüyü çok geniş boyutlar içinde ele alarak şiirinin bütününe yayar, inanan, seven insanı bir "acı çeken varlık" olarak gösterir. Bu tür şiirlerinde sevgi ve aşk birbirini bütünleyen iki öğe niteliğine bürünür. Leylâ ile Mecnun adlı yapıtında işlenen derin özlem, ayrılıktan duyulan acı ağıt özelliği taşıyan şiirlerinde ölüm karşısında duyulan derin sarsıntıya dönüşür. Şiir, Fuzûlî için, düşünceleri, duyguları ortaya koymaya, insanı anlatmaya, kimi sorunları sergilemeye yarayan bir yaratıdır. Şiir, yalnız şiir olsun diye söylenmez, bir varlık görüşünü dile getirmeyi amaçlar. Şiiri oluşturan özlü ve anlamlı sözdür, söz ile kişi kendini ortaya koyar. Öte yandan söz bir yaratma öğesidir: "Bû ne sırdır kim eder her lahza yoktan vâr söz". Söz, onu söyleyenle bağlantılıdır, onun bulunduğu bilgi ve duygu aşamasını, değer basamağını gösterir. Artıran söz kadrini sıdk ile kadrin artırır Kim ne mikdâr olsa ehlin eyler ol mikdâr söz Dizelerinde sergilenen düşünceye göre sözün değerini artıran kendi değerini artırır, kişinin kendi neyse söylediği sözle açığa vurduğu da odur. Söz kişinin aynasıdır. Fuzûlî, kendinden sonra gelen Türk Divan şairleri arasında Bâkî, Ruhî, Nâilâ, Neşâti, Nedim ve Şeyh Galib gibi sevgiyi şiirlerinin odağı durumuna getiren şairleri etkilemiştir. Öte yandan kimi Alevi ozanlarca da bir "inanç ulusu" olarak benimsenmiş, saygı görmüştür. YAPITLAR (başlıca): Divan (Türkçe), (ö.s.) 1838; Sıhhat ve Maraz, (ö.s.), 1940; Enisü'l-Kalb, (ö.s.), 1944; Terceme-i Hadis-i Erbain, (ö.s.), 1951, ("Kırk Hadis Çevirisi"); Beng ü Bâde, (ö.s.), 1956; Hadikatü's-Süedâ, (ö.s.), 1955, ("Mutluların Bahçesi"); Leylâ ve Mecnun, (ö.s.), 1955; Rindü Zahid, (ö.s), 1956; Divan (Arapça) (ö.s.),1958; Mektuplar, (ö.s.), 1958; Divan (Farsça), (ö.s.), 1962; Heft Câm, (ö.s.), 1962. GAZEL Benî candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı Kamû bîmârınâ cânan devâ-yî derd eder ihsan Niçin kılmaz banâ derman benî bîmâr sanmaz mı Gamım pinhan dutardım ben dedîler yâre kıl rûşen Desem ol bî vefâ bilmen inânır mı inanmaz mı Şeb-î hicran yanar cânım töker kan çeşm-i giryânım Uyârır halkı efgaanım karâ bahtım uyanmaz mı Gül'î ruhsârına karşû gözümden kanlu âkar sû Habîbım fasl-ı güldür bû akar sûlar bulanmaz mı Değildim ben sanâ mâil sen etdin aklımı zâil Bana ta'n eyleyen gaafil senî görgeç utanmaz mı Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır Sorun kim bû ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı (Fuzûlî) |
05.01.13, 15:21 | #7 (permalink) |
Moderator Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 7.449
Konular: 6324 Rep Puanı:14360 Rep Gücü:167 RD: Ettiği Teşekkür: 53 719 Mesajına 1.316 Kere Teşekkür Edlidi : | Arif Bey (Hacı) (1831-1885) Arif Bey (Hacı) (1831-1885) Türk besteci. Şarkı bestecisi olarak Türk musikisinde yeni bir çığır açmıştır. İstanbul'da Eyüp semtinde doğdu. Eyüp Şeri'ye Mahkemesi Başkâtibi Bekir Efendi'nin oğludur. Daha ilköğrenimi sırasında güzel sesiyle dikkati çekti. Kendisiyle önce Zekâi Efendi (Dede) ilgilendi ve onu besteci Eyyubî Mehmed Bey'e götürdü. Arif Bey ilk musiki zevkini, bilgisini Mehmed Bey'den aldı. Altı yaş büyüğü olan, geleceğin değerli bestecisi Zekâî Efendi, onu hocası Dede Efendi'yle tanıştırdı; musikiye karşı büyük yeteneği olduğunu Dede Efendi de görmüştü. Arif Bey 1844'te Mehmed Bey'in yardımıyla Bab-ı Seraskeri'ye memur olarak girdi. Bir yandan çalışıyor, bir yandan da musikiye vakit ayırıyordu. Bir süre Mehmed Bey'in Muzika-yı Hümayun'daki derslerine dışardan devam etti. Çok geçmeden sesinin güzelliğini haber alan Sultan Abdülmecid onu Muzika-yı Hümayun'a aldırdı. Saray'daki musiki hocası besteci Haşim Bey'dir. Haşim Bey'den çok yararlandı, ondan yüzlerce eser öğrendi. Okuyuş üslubunu da ondan aldığı söylenir. Abdülmecid, Arif Bey'e Saray'da büyük yakınlık gösterdi; onu "kurena"lık (mabeynci) rütbesine kadar yükseltti, dördüncü Mecidî nişanıyla ödüllendirdi. Arif Bey haremdeki cariyelerin musiki hocalığı görevini de yürütüyordu. Bu dersler sırasında Çeşm-i Dilber adlı bir cariyeye âşık oldu. Padişahın izniyle Çeşm-i Dilber'le evlenerek Saray'dan ayrıldı. İki çocukları oldu. Ama bu evlilik yürümedi. Çeşm-i Dilber, çocuklarını Arif Bey'e bırakarak bir tüccarla evlendi. Arif Bey, "Niçin terk eyleyip gittin a zalim", "Düşer mi şanına ey şeh-i hûban" dizeleriyle başlayan kürdilihicazkâr şarkılarını terkedilmenin acısı içinde besteledi. Bir süre sonra Abdülmecid tarafından "serhanende" olarak yeniden Saray'a alındı, gene haremdeki musiki dersleri hocalığıyla görevlendirildi. Besteci bu kez gene bir cariyeye, Zülf-i Nigâr Hanım'a âşık oldu. Bu olay Saray'da duyulur duyulmaz, Abdülmecid onları evlendirdi. Zülf-i Nigâr'ın kısa bir süre sonra veremden ölmesi, besteciye yeni bir acı kaynağı oldu. "Olmaz ilaç sine-i sadpareme" ve "Kemer çehre peri rû tende cânımsın-Nigârım dilberim ruh-i revanım" şarkıları bu acının ürünleridir. İkinci kez evlenirken de Saray'dan ayrılan besteci, yeniden Saray'a dönmek istiyordu. 1861'de Abdülmecid ölmüş, kardeşi Abdülaziz tahta çıkmıştı. Arif Bey, besteci Rıfat Bey'in yönetimindeki Saray Fasıl Topluluğu'na "serhanende" olarak alındı; ayrıca gene cariyelerin musiki hocalığıyla görevlendirmişti. Onu iki kez evliliğe götüren bu görev, üçüncü kez de aynı sonucu verdi. Arif Bey bu kez Pertevniyal Valide Sultan'ın nedimelerinden Nigârnik Hanım'a âşık oldu. Musiki dersleri sırasında doğan bu ilişki de, padişah ile valide sultanın uygun görmesiyle, evlilikle sonuçlandırıldı. Ömrünün sonuna kadar Nigârnik Hanım'la evli kalan Arif Bey'in Saray'daki bu üçüncü görevi on yıl sürdü. Ününün artık doruğundaydı. İstanbul'un musiki çevrelerinde, konaklarda, özel meşkhanelerde yapılan musiki toplantılarında en çok aranan sanatçıydı. 1871'de tekrar Saray'dan ayrıldı. Şura-yı Devlet'te, Beykoz Aşar müdürlüğünde beş yıl memur olarak çalıştı. Sultan Abdülaziz'in ölümünden sonra Muzika-yı Hümayun'da girişilen tasfiye sonucu Arif Bey de açığa alındı. V. Murad'ın üç aylık padişahlığından sonra II. Abdülhamid tahta çıktı. Besteci uzun bir süre işsiz kaldı, geçim derdine düştü. Zincirlikuyu'da bir çiftlik evine çekilip çevreden koptu. Bu sırada 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı (93 Harbi) patlak verdi. Arif Bey savaş yıllarını çiftlikte geçim sıkıntısı içinde geçirdi. Savaş bittikten sonra Osmanlı Sarayı bestecinin yokluğunu yeniden hissetmeye başladı. Arif Bey'in içinde bulunduğu durum Abdülhümid'e iletildi. Bunun üzerine besteci yeniden Saray'da görevlendirildi. Hacı Arif Bey'in öğrencilerinden besteci Levon Hancıyan'ın anlattığına göre, Saray'a alınışı şöyle olmuştu: İran şahı Nasıreddin, eserlerini çok beğendiği Arif Bey'i İran Sarayı'na davet eder, padişahtan da besteciye izin verilmesini rica eder. Türk musikisinden öteki padişahlar kadar zevk duymamakla birlikte, Arif Bey'in şarkılarını seven Abdülhamid, şaha bestecinin Saray'dan ayrıldığından haberi olmadığını söyler ve onu yeniden Saray'a aldırır. Arif Bey bu arada Şirazlı Hafız'ın bir gazelini besteleyerek, İstanbul'a gelen şaha sunar. Eseri çok beğenen şah, besteciyi bir nişanla ödüllendirir. Muzika-yı Hümayun'da dördüncü kez görevlendirilen Arif Bey'e kolağası rütbesi verildi, ama bu ona göre küçük bir rütbeydi. Arif Bey önceki padişahlardan gördüğü ilgiyi II. Abdülhamid'den görememenin huzursuzluğunu duymaya başladı. Sarayın eski canlı havası da kaybolmuştu; siyasi durum gittikçe gerginleşmekteydi. Abdülhamid'den umduğu yakınlığı görmeyen besteci, kimi zaman Zincirlikuyu'daki eve çekilerek sade bir yaşayışın verebileceği mutluluğu aradı, kimi zaman da padişahla çatışmayı göze alan davranışlarda bulundu. Abdülhamid'in "Şu şarkıyı oku", diye verdiği bir emre karşı, mabeynciye, "ben onun babasından çok saygı gördüm." Bana, "Şu şarkıyı oku" diye emir veremez. Sanatta padişah iradesi geçerli değildir. Cevabını vermesi üzerine, Saray'da hapsedildi. Elli gün sonra, nihavent makamındaki "Ahteri düşkün garibim, âşık-ı avareyim" şarkısını besteledi. İlk dizedeki "yıldız" anlamına gelen Farsça "ahter" kelimesi "talii düşkün" biçimine dönüştürülerek şarkı Abdülhümid'in huzurunda okundu. Eseri çok beğenen padişah, besteciyi bağışladı. Arif Bey ölünceye değin Muzika-yı Hümayun'daki derslerine devam etti. İstanbul'da öldü. Yahya Efendi Dergâhı mezarlığına gömüldü. Hacı Arif Bey Türk musikisinin en büyük bestecilerinden biridir. Klasik dönem bestecilerinin pek kullanmadıkları şarkı formuna yepyeni bir kimlik kazandırmış, bir şarkı bestecisi olarak yeni bir çığır açmıştır. Arif Bey'den sonra "şarkı", bestecilerin en çok işledikleri form olmuştur. Arif Bey klasik formlarda birkaç eser besteledikten sonra başarılı olamadığını görerek doğrudan doğruya şarkı besteciliğine yöneldi. Eski musikinin ağır, mistik anlatımından, beste, semai formlarına özgü usullerden, terennüm zorunluluğundan kurtularak, daha sade, daha içten, halkın daha kolay zevkine varabileceği eserler bestelemek istiyordu. Bu anlayışla bestelediği şarkıları biçim ve üslup açısından önem taşır. Biçimsel açıdan bakıldığında, sanatçının şarkıyı belli kuralları olması gereken bir form anlayışı içinde ele aldığı görülür. Klasik dönemde şarkının biçimi, kuralları yeterince belirgin değildi; şarkı ancak üslubuyla öteki formlardan ayırt edilebilen, genellikle serbest bir formdu. Eski şarkılar arasında, şarkı formuna ya da formun farklı türlerine örnek gösterilebilecek kuruluşta eserlerin sayısı az değildi, ama şarkı formlarının kesin kurallara bağlanması ilk kez Arif Bey'in eserleriyle gerçekleşebilmiştir. Arif Bey kendisinden sonraki şarkı bestecilerini bu yolda etkilemiş, böylece şarkı kesin biçimini almıştır. Arif Bey, üslup bakımından da kendisinden önceki şarkı bestecilerinden ayrılır. Eserleri günümüzde "klasik koro" programlarında okunmakla birlikte, klasik üslupta değildir. Form konusundaki kuralcılığına karşılık, anlatımında klasik dönemin sıkı kurallarına uymayan serbest bir lirizm görülür. Kendisinden önceki geleneğe bağlı bestecilerden farklı olarak, genellikle kişisel konuları işler, bazı şarkılarının konusu doğrudan doğruya kendi yaşantılarından kaynaklanır. En belirgin özelliği, musikinin inceliklerinden özveride bulunmadan toplumun geniş bir kesiminin zevkine seslenebilmesindedir. Yaşadığı dönem, halk zevkinin saray zevkini etkilemeye başladığı bir dönemdir. Musiki artık yalnız saraylarda, tekkelerde değil, bu çevrelerin dışında, özellikle konaklarda, yalılarda da icra edilmekte ve dinlenmektedir. Arif Bey'in bir zevk değişikliğini yansıtan şarkılarındaki üslup kendisinden sonraki hemen bütün şarkı bestecilerini etkilemiştir, öyle ki, klasik formlarda verilen eserlerde bile onun etkisi görülür. Şarkıları teknik bakımdan kusursuzdur, makam ve geçki zenginliği, ritm çeşitliliği gösterir. Özellikle "nevzemin" adını verdiği, altı ya da sekiz mısralı değişmeli (usul değişikliği yaptığı) şarkıları bu zenginliğin ve çeşitliliğin en belirgin örnekleridir. Aynı makamı, aynı usulü kullandığı halde, çok değişik duygular uyandıran şarkıları vardır. Birbirine benzeyen şarkıları çok azdır. Hiçbir zaman tekdüzeliğe düşmez; hemen her şarkısına yeni bir renk, nüans katmasını bilir, kullandığı makamın o zaman kadar işlenmemiş bir yönünü yakalar. Sekiz zamanlı üç vuruşlu "müsemmen" usulü onun buluşudur. Türk aksağını çok başarılı bir biçimde kullanır. Şarkılarında beste ile güfte tam bir bütünlük içindedir. Kürdilihicazkâr makamını da Arif Bey oluşturmuştur. Anlatım olanakları çok geniş olan kürdilihicazkâr, Türk musikisinde en çok kullanılan makamlardan biri haline gelmiştir. Arif Bey'in bu makamdan bestelediği şarkılar, onun kişisel üslubunu yansıtan, özgün bir güzelik taşır. Çok üretken bir sanatçı olan Arif Bey'in günde yedi, sekiz şarkı bestelediği olmuştur. Bir keresinde Sultan Aziz'in verdiği bir güfteyi yedi ayrı makamda bestelemişti. Bu esin bolluğu içinde sanatçı eline geçen şiirleri anlamına, değerine bakmadan bestelemek zorunda kalmıştı. Bu yüzden kimi şarkılarının güftesi çok zayıftır. Hacı Arif Bey bütünüyle Türk musikisinin sözlü öğrenim geleneği içinde yetişmiş bir besteciydi. Nota bilmiyordu, herhangi bir saz da çalmazdı. Ama çok güçlü bir belleği vardı, bini aşkın eser ezberindeydi. Çok iyi bir okuyucuydu. Şevki Bey, Levon Hancıyan, Zati Arca gibi öğrenciler yetiştirdi. Arif Bey Mecmua-i Arifi adlı bir de güfte derlemesi yayımladı; bu derlemede sanatçının kendi şarkıları da vardır. Bine yakın eser bestelediği söylenir, ancak 337 parçası notalarıyla günümüze kalmıştır. Bunun 327'si şarkı, 10'u öteki formlardaki eserlerdir. Bu 10 eserin de altısı ilahi, biri tevşih, biri durak, biri beste, biri de yürük semaidir. YAPITLAR (başlıca): Meyhanemi bu, bezm-i tarahhane-i cem mi; Çekme elem-i derdini bu dehr-i fenanın; Deva yokmuş neden bimarı aşka; Geçti zahm-i tîri hicrin ta dil-i naşadıma; Kanlar döküyor derdin ile dide-i giryan; Gurub etti güneş dünya karardı; Çözülme zülfüme ey dil rüba, dil bağlayanlardan; ben buy-i vefa bekler iken sûy-i çemende; Humarı yok bozulmaz meclis-i meyhane-i aşkın; Tasdî edeyim yari biraz da sühanimle; Bir halet ile süzdü yine çeşmini dildar; Esti nesîm-i nevbahar açıldı güller suhh dem; Mükedder derd-i pey-der peyle şimdi; Kurdu meclis, âşıkan meyhanede; Bülbül yetişir bağrımı hûn etti figanın; Nigâh-ı mestine canlar dayanmaz; Zahir-i hale bakıp etme dahil bir ferdi; Bahar oldu beyim evde durulmaz. |
05.01.13, 15:21 | #8 (permalink) |
Moderator Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 7.449
Konular: 6324 Rep Puanı:14360 Rep Gücü:167 RD: Ettiği Teşekkür: 53 719 Mesajına 1.316 Kere Teşekkür Edlidi : | Hacı Bayram Veli (1352-1429) Hacı Bayram Veli (1352-1429) Türk, mutasavvıf. Bayramilik Tarikatını kurmuş, Tanrı'nın insan gönlünde görünüş alanına çıktığı inancını savunmuştur. Gerçek adı Numan olan Hacı Bayram Veli, Ankara yakınlarında Solfasol köyünde doğdu, Ankara da, bugün Hacı Bayram Camii'nin bulunduğu yerde öldü. Babası, tarımla geçinen Koyunluca Ahmed'dir. Numan, bir süre babasının tarlasında çalıştı.;okumaya olan eğilimini sezen babası, onu Ankara'da Karamedrese'ye verdi. Numan orayı bitirince, bilgisini arttırmak amacıyla, Bursa'ya gitti, orada da bir süne öğrenim gördükten sonra Ankara'ya döndü. Önceleri Halveti ve Nakşıbendi tarikatlarından esinlendi, kısa süre içinde konuşmalarının etkisi, bilgisinin genişliğiyle ün sağladı. Ününü duyan Şeyh Hamidüddin, onu Kayseri'ye çağırdı. Numan Kayseri'ye gidip bir süre Şeyh'in yanında kaldı. Kurban Bayramı'nda geçen bu olay nedeniyle Şeyh ona "Bayram" adını verdi. Bir süre sonra Şeyh ile hacca gidince Hacı Bayram, Kayseri'de Şeyh Hamidüddin'den tarikat geleneğine göre "ışık" denen gerekli bilgiyi aldıktan sonra kendini tasavvufa verdi, sonradan Bayramilik adıyla bilinen tarikatın ilk öğelerini oluşturdu. Çevresinde toplananların çoğalması, tasavvuflal ilgili düşüncelerinin şeriatla bağdaşmaması üzerine, kendisine kuşkulu, sakıncalı bir kimse diye bakıldı. Durumu öğrenen Sultan II. Murad, onu Edirne'ye getirtti., bilgisinin derinliği, yüreğinin arınmışlığı karşısında duygulanınca söylenenlere inanmadı, onu Ankara'da Karamedrese'ye, sonra Bursa Medresesi'ne Müderris olarak atandı. Hacı Bayram Şeyh Hamidüddin'in ölümünden sonra, müderrisliği bıraktı, yaşamını tekkesinde, çevresinde toplananları yetirtirmekle geçirdi. Düşüncelerini içeren Öztürkçe şiirler yazdı. Hacı Bayram Veli'nin tasavvufla ilgili görüşleri, kendinden sonra gelenlerce belli bir inanç düzeni olarak benimsenen Bayramilik'te son biçimini almıştır. Varlık birliği anlayışına dayanan, insanla, Tanrı'yı birbirine yaklaştırma amacına güden Bayramilik'in uyulması gereken kesin ilkeleri "zikr" denen töreni oluşturur. Bayramilik'e göre bir anış, Tanrı'ya ulaşmak için kendini olgunlaştırma eğitimi olan bu tören açık ve gizli ya da sesli ve sessiz olmak üzere iki türlüdür. Törene katılacak dervişler, bir daire oluşturacak biçimde diz çökerek otururlar. Sonra şeyhin yönetimi altında Tanrı adları yüksek sesle anılır. Hangi adların anılacağını şeyh saptar. Bu törende dervişler gözlerini yumarlar. Bu da Tanrı'dan başka bir varlık görmemek kendini tanrıya vermek anlamına gelir. Hacı Bayram Veli'nin geliştirdiği inanca göre temel varlık Tanrı'dır. Tanrı bütün evreni kaplamıştır, tektir, önsüz-sonsuzdur, yaratıcıdır. Kendini tasavvufa veren bir kimsenin uyması, bağlanması gereken üç ilke vardır: A) Bütün işlerin, eylemlerin kaynağı Tanrı'dır, İnsan bir araç durumundadır. İnsan istenci tanrısal istencin bir bölümü niteliğindedir. B) Tanrı bütün varlıklarda görünür, gerçekte varolmak Tanrı'nın görünmesidir; C) Bütün nitelikler (sıfatlar) birer tanrısal görünüştür. Hacı Bayram Veli, bu üç ilkeyi tevhid-i ef'al (eylemlerin birliği) tevhid-i sıfat (nitelikler birliği), öz birliği kavramlarıyla açıklar. Tasavvufta varlık birliği olarak nitelenen bu inanca göre düşünen Tanrı'dır; yaratan ve eylemde bulunan Tanrı'dır. Hacı Bayram Veli,kişinin içine kapanarak bütün geçici varlıklardan yüz çevirerek derin düşünceye dalmasıyla Tanrıyı bir ışık olarak gönlünde görebileceği kanısındadır. Ona göre insan gönlünde, karşılıklı,iki yay vardır. Bu yaylardan biri gönülden dışarı taşmayı, evrene açılmayı, evrende görünen tanrısal varlığı kavramayı sağlar. Gerçekte gönül bütün biçimler içinde en olgunu olan bu dairedir. Kişinin gönlünde tanrısal varlığı görebilmesi için cezbe, muhabbet, sırr-ı ilahi denen üç ilke daha vardır. Bunlardan birincisi bütün varlıklardan yüz çevirip Tanrıya yönelme, aşırı bin kıvanca kapılma anlamına gelir. İkincisi Tanrı'dan başka bir varlığı sevmeme, Tanrı'nın ancak sevgiyle bilinebileceğine inanmaktır. Üçüncüsü de tanrısal gizeme varmadır. Bu ilkeleri uyguladıktan sonra son aşama Tanrı'ya varma gelir. Bunun da üç kuralı vardır. a) Bütün eylemleri yok sayarak yalnız tanrıyı düşünmek, bütün eylemlerde tanrıdan başka bir varlık olmadığına inanmak. b) Bütün niteliklerin Tanrıdan geldiğini kavramak, Tanrı dışında bir niteliğin bulunamayacağı kanısına ulaşmak. c) Tanrı özünden başka bir öz bulunmadığı sonucuna vararak kendi varlığının yokluk olduğunu bilmek. Hacı Bayram Veliye göre tek gerçek olan Tanrı'ya ulaşmak, onu gönülde bir ışık olarak görmekle sağlanabilir. Bu da olgunluğun en üst aşamasına çıkmış kişi için söz konusudur. Bunlar bilginin öğeleri durumundadır. Varlık birliği denen bütünü oluşturur. Bayramilik'teki bütün düşünce ve inanç öğeleri yeni değildir. Tanrı'nın bir ışık olarak görünüş alanına çıkışı, bütün varlık türlerinin Tanrı'sal bir yansıma sayılışı akımdan kaynaklanır. Dairenin en olgun biçim diye anlaşılması da Pythagoras ile Aristoteles öğretilerinden beslenen bir görüştür. Aristoteles açık örneğidir. Sağ, sol, ön, arka ,üst, alt gibi altı yönü bir felsefe sorunu durumuna getiren Aristoteles'tir. Hacı Bayram Veli, felsefeden kaynaklanan bu inanç öğelerini doğrudan doğruya inceleyerek değil tasavvuf geleneğiyle öğrenmiştir. Onun kurduğu Bayramilik'ten Şemsiye ve Melâmiye adlı iki tarikat doğmuş, bu ikisinden de türlü kollar türetmiş, düşüncelerinin etkisi Anadolu'da büyük olmuştur. |
05.01.13, 15:22 | #9 (permalink) |
Moderator Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 7.449
Konular: 6324 Rep Puanı:14360 Rep Gücü:167 RD: Ettiği Teşekkür: 53 719 Mesajına 1.316 Kere Teşekkür Edlidi : | Halide Edip Adıvar (1884-1964) Halide Edip Adıvar (1884-1964) Türk romancı. Siyasal alanda da etkinlik göstermiştir. İstanbul'da doğdu. Kimi kaynaklara göre doğum yılı 1884'tür. İngiliz terbiyesiyle yetişmesini isteyen babası onu Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nde okuttu. Orada Rıza Tevfik'den (Bölükbaşı) Fransız edebiyatı dersleri aldı ve Doğu'nun mistik edebiyatını dinledi. Sonradan evlendiği Salih Zeki'den de matematik dersleri alıyordu. Koleji 1901'de bitirdi. 1908'de gazetelere yazmaya başladığı kadın haklarıyla ilgili yazılardan ötürü gericilerin düşmanlığını kazandı. 31 Mart Ayaklanması'nda bir süre için Mısır'a kaçmak zorunda kaldı. 1909'dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. Gerek bu çalışmaları, gerekse müfettişliği sırasında İstanbul semtlerini dolaşması, ona çeşitli kesimlerden insanları tanıma fırsatını verdi. 1919'da Sultanahmet Meydanı'nda, İzmir'in işgalini protesto mitinginde yaptığı etkili konuşma ünlüdür. 1920'de Anadolu'ya kaçarak Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ve Atatürk ile siyasal görüş ayrılığına düştü. 1917'de evlenmiş olduğu ikinci kocası Adnan Adıvar ile birlikte Türkiye'den ayrıldı. 1939'a kadar dış ülkelerde yaşadı. O yıllarda konferanslar vermek üzere Amerika'ya ve Mohandas Gandi tarafından Hindistan'a çağrıldı. 1939'da İstanbul'a dönen Adıvar 1940'ta İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu, 1950'de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954'te istifa ederek evine çekilmiş ve 1964'te ölmüştür. Adıvar'ın Seviye Talip (1910), Handan (1912) ve Son Eseri (1913) gibi ilk romanları aşk öyküleri anlatan yapıtlardır. Yazar kahramanlarını yakıp yıkan bir sevgiyi dile getirmek istediği için kişilerin iç dünyasına yönelir ve bu sevginin zamanla bir tutkuya dönüşmesini sergiler. Bu yapıtların önemli özelliğini, birbirine benzeyen ve ondan önceki Türk romanlarında bulunmayan kadın kahramanlarda aramak doğru olur. Yazarın asıl amacı kadın kahramanların kişiliklerini erkeklerin gözüyle değerlendirmek olduğu için, romanlarının anlatıcısı olarak bu kadınlara âşık erkekleri seçer ve fırtınalı bir aşk öyküsünü onların anı defterlerinden ya da mektuplarından anlatır. Erkek (bazen kadın da) evli olduğu için, kaçınılması olanaksız bir iç çatışma, romanların moral sorununu oluşturur ve roman ya kadının ya da erkeğin ölümüyle biter. Adıvar'ın, biraz kendi olduğunu iddia edilen bu kadın kahramanları, yazarın o dönemde ideal saydığı Türk kadınını temsil ederler. Seviye Talipler, Handanlar, Kâmuranlar her şeyden önce güçlü kişiliği olan, haklarını savunan, Batı terbiyesi almış, ama Batılılaşmayı giyim kuşamda aramayan, resim ya da müzik gibi bir sanat alanında yetenek sahibi, yabancı dil bilir, kültürlü ve çekici kadınlardır. Adıvar 1910 yıllarında Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu ile birlikte Türk Ocağı'nda çalışmaya başladıktan sonra yazdığı Yeni Turan adlı romanında (1912) yurt sorunlarına eğilir. II. Meşrutiyet döneminde geçen bu ütopik romanda, Yeni Turan adlı idealist bir partinin program ve çalışmalarını anlatırken yeni bir Türkiye'nin hangi sağlam temellere oturtulması gerektiği hakkında o zamanki görüşlerini açıklamak fırsatını bulur. Ateşten Gömlek (1922) ve Vurun Kahpeye (1923) romanlarında Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da tanık olduğu olayları, direnişleri, kahramanlıkları, ihanetleri anlatırken kendi gözlemlerinden yararlandığı için daha gerçekçidir. Bununla birlikte, bir aşk sorununun aşıldığı bu yapıtlarda da yüceltilmiş kadın kahraman yerini korur. Ancak şimdi, yine olağan dışı bu kadın, öncekiler gibi bireysel sorunlarla sarsılan kültürlü bir sanatçı olarak değil, milli dava peşinde erdemlerini kanıtlayan ya da Anadolu'da düşmana karşı savaşan bir yurtsever olarak çıkar karşımıza. Adıvar'ın ilk yapıtlarında Türk okuruna sunduğu bir yenilik yarattığı bu kadın imgesidir. Bu imge toplumda birbirine karşıt olarak algılanan değerleri uzlaştırdığı için önemliydi. Osmanlı -İslam geleneklerine göre ev kadını olarak yetiştirilmiş basit ve cahil kadın, o dönemin aydın kesiminin gözünde geri kalmış bir uygarlığın simgesi gibiydi. Öte yandan Batılılaşmış "asrî" kadın da köklerinden kopmuş, değerlerini şaşırmış, namus anlayışı kuşku uyandıran bir kadındı. Adıvar'ın kahramanları işte bu çelişkiyi kendilerinde uzlaştırmakla bir özleme cevap veriyorlardı. Çünkü bunlar hem Batılılaşmış hem de milli değerlerine bağlı kalmış, hem serbest hem de namus konusunda çok titiz, ahlakı sağlam kadınlardı. Gerektiğinde bir erkek gibi spor yapan, ata binen bu kadınlar üstelik dişiliklerini de korumayı başarmışlardır. Adıvar'ın en ünlü romanı Sinekli Bakkal'da (1936) ileri bir adım attığını, yeni bir aşamaya vardığını görürüz. İlk romanlarının olay örgüsü bir iki kişi arasındaki bireysel ilişkilere bağlı olarak gelişirken, II. Abdülhamid dönemindeki Türk toplumunun panoramik bir tablosunu sergileyen Sinekli Bakkal'ın olay örgüsü siyasal, düşsel, toplumsal sorunlarla örülmüş olarak gelişir. Romanın okuru en çok çeken yönü de fakir kenar mahallesi, zengin konakları ve saray çevresiyle II. Abdülhamid zamanının İstanbul'u anlatmasıdır. Ne var ki yazarın amacı bir dönemin Türk toplumunu yansıtmak değildir yalnızca. Bu felsefi romanda çevrelerin bir işlevi de belli değerlerin temsilcisi olmaktır. Sinekli Bakkal mahallesi gelenekleri ve insancıl değerleri sürdüren halk kesimini; Genç Türkler'den Hilmi ve arkadaşları devrimci aydınları; saray çevresi ise, yozlaşmış yönetici kesimi temsil eder. Roman iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmın ana teması Abdülhamid'in istibdat idaresi karşısında şiddete başvurarak devrim yapmanın geçerliliği sorunudur. Gerçi Adıvar içtenlikle ezilen halktan yanadır, ama gelenekçiliği ve savunduğu mistik dünya görüşü şiddete başvurarak devrim yapmayı onaylamasına izin vermez. Romanda II. Meşrutiyet'in ilanı "asırların kurduğu müesseselerin köklerini" söken, "içtimaî ve siyasî nizam ve intizamı" altüst eden bir devrim olarak nitelenir. Doğru tutum Mevlevî tarikatından Vehbi Dede'nin yaptığı gibi "herhangi bir hayat fırtınasını sükûnetle seyretmek"tir. Yazar devrimden değil evrimden yanadır. Romanın ikinci kısmında yozlaşmış saray çevresi sergilenirken ana tema olarak Rabia ile Peregrini ilişkisi gelişir ve evlilikle son bulur. Bu evliliğin simgesel anlamı Batı ile Doğu'nun bileşimi olarak yorumlanmıştır. Ama Peregrini'nin "öyle basit ve insanî ananeler" dediği geleneklere bağlı Sinekli Bakkal mahallesindeki cemaat yaşamına hayran olması, Müslümanlık'ı kabul ederek Rabia ile evlenmesi ve mahalleye yerleşmesi, daha çok Doğu değerlerinin üstünlüğüne işaret sayılmaktadır. Ne var ki yazar, Rabia ile Peregrini'nin sevişip evlenmelerine inandırıcı bir hava verememiştir. Farkedilir ki, olaylar yazarın kafasındaki bir görüşü dile getirmek için tertiplenmekte ve Doğulu kadın ile Batılı erkek yazarın tezi gereği seviştirilip evlendirilmektedirler. Birinci kısımda olay örgüsünün doğal gelişimi, farklı dünya görüşlerine sahip kişiler arasındaki çatışmadan doğan gerilim ve dramatik sahneler, ikinci kısımda yerlerini, zorlama izlenimi veren bir ilişkiye ve saray çevresinin tanıtılmasına bırakınca romanın sanatsal düzeyi düşer. 1943'te CHP Ödülü'nü alan Sinekli Bakkal Türkiye'de en çok baskı yapan roman olmuştur. Sinekli Bakkal'ı izleyen romanların ise yazarın ününe katkıda bulunacak nitelikte oldukları söylenemez. Adıvar çeşitli alanlarda etkinlik göstermiş, siyasal ve toplumsal konularda da hem Türkçe, hem İngilizce kitaplar yazmış, İngilizce'den Türkçe'ye çeviriler yapmıştır. Zamanının dış ülkelerde en çok tanınan Türk yazarı olmuştur. Yapıtlarından kimileri İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Macar, Fin, Urdu, Sırp, Portekiz dillerine çevrilmiştir. YAPITLAR (başlıca): Heyula, 1909; Raik'in Annesi, 1909; Seviye Talip, 1910; Handan, 1912; Yeni Turan, 1912; Son Eseri, 1913; Mev'ud Hüküm, 1918; Ateşten Gömlek, 1923; Vurun Kahpeye, 1923; Kalb Ağrısı, 1924; Zeyno'nun Oğlu, 1928; Sinekli Bakkal, 1936; Yolpalas Cinayeti, 1937; Tatarcık, 1939; Sonsuz Panayır, 1946; Döner Ayna, 1954; Akile Hanım Sokağı, 1958; Kerim Ustanın Oğlu, 1958; Sevda Sokağı Komedyası, 1959; Çaresaz, 1961; Hayat Parçaları, 1963; Öykü: Harap Mabetler, 1911; Dağa Çıkan Kurt, 1922; Kubbede Kalan Hoş Seda, (ö.s) 1974; Oyun: Kenan Çobanları, 1916; Maske ve Ruh, 1945; Anı: Türkün Ateşle İmtihanı, 1962; Mor Salkımlı Ev, 1963; Diğer Yapıtlar: Talim ve Terbiye, 1911; Turkey Faces West, 1930; Conflict of East and West in Turkey, 1935; Inside India, 1937; Türkiye'de Şark-Garp ve Amerikan Tesisleri, 1955; İngiliz Edebiyat Tarihi, 3 cilt, 1940-1949; Doktor Abdülhak Adnan Adıvar, 1956. |
05.01.13, 15:23 | #10 (permalink) |
Moderator Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 7.449
Konular: 6324 Rep Puanı:14360 Rep Gücü:167 RD: Ettiği Teşekkür: 53 719 Mesajına 1.316 Kere Teşekkür Edlidi : | Itri (?-1711-1712) Itri Türk, besteci. Klasik Türk müziğinin kurucularındandır. İstanbul'da doğdu, aynı kentte öldü. Çağdaşlarının, ölümüne tarih düşürmek amacıyla kaleme aldığı mısralar ile, bestelediği yapıtlarda güfte olarak kullandığı şiirlerin yazılış tarihlerine göre, yaklaşık 1630 ile 1640 yılları arasında doğduğu sanılmaktadır. Çeşitli kaynaklarda ölümü için 1711 ve 1712 tarihleri gösterilmektedir. Asıl adı Mustafa'dır. Itrî, şiirlerinde kullandığı mahlastır. Buhurîzade Mustafa Efendi diye de anılmıştır. Buhurîzade adının kendi lakabı mı, yoksa aile adı mı olduğu bilinmemektedir. Yaşamı üstüne bilinenler de, eski ve yeni kaynaklardaki, çoğu birbiriyle çelişen bilgilere dayanır. Zamanına göre iyi bir öğrenim görmüştür. Ustalarından birinin Hâfız Post olduğuna kesin gözüyle bakılır. Nasrullah Vâkıf Halhalî, Kasımpaşalı Koca Osman Efendi, Derviş Ömer Efendi gibi 17 yy. bestecilerinden de yararlandığı sanılmaktadır. Çağının kaynakları, onun Mevlevi olduğunda birleşirler. Mevlevi tekkelerinde okunmak üzere bir ayin ile bir naat bestelemiş olması da, bunun bir kanıtıdır. Söylentilere göre, Yenikapı Mevlevihanesi'nin o zamanki şeyhi Câmî Ahmed Dede'ye (?-1671) kapılanmış, müzik sevgisiyle Mevlevi olmuştur. Itrî beş padişah dönemi gördü. Sultan IV. Mehmed zamanında tanındı. Huzurda düzenlenen fasıllara hanende olarak katıldı, bestelediği yapıtlarla padişahlardan büyük yakınlık gördü. Saraya girmeden önce ne tür işlerde çalıştığı bilinmiyor. Yakınlık gördüğü bir başka devlet adamı da, şiirleri ve müzik sevgisiyle tanınan Kırım Hanı I. Selim Giray'dı (1634-1704). Itrî, IV. Mehmed'le yakınlığının bir sonucu olarak, padişahtan, kendisine esirciler kethüdalığı görevinin verilmesi dileğinde bulunmuş, bu dileği yerine getirilmiştir. Bazı kaynaklar, onun bu dileğini, İstanbul'a getirilen esirlerin ülkelerinin müziği üstüne bilgi edinmek, içlerinden müziğe yeteneği olanları da yetiştirmek istemesine bağlarlar. Itrî uzun yıllar Enderun'da müzik öğretmenliği ve hanendelik ettikten sonra, elli yaşına doğru emekli olarak saraydan ayrıldı. Ancak, müzikteki ünü Lale Devri'nde daha da artarak sürdü. Meyvecilikle çiçekçiliğe meraklı olduğu, kendi adıyla anılan İstanbul'un ünlü Mustabey armudunu ilk kez onun yetiştirdiği de söylenir. Itırdan gelen Itrî mahlası da, çiçek merakına bağlanır. Divan şairlerinden Şeyhî'nin yazdığına göre, ölümünden sonra "Mevlevihane Yenikapusu haricine" gömülmüştür. Mezar taşı kayıptır. Itrî zamanının tanınmış şairlerindendir. Divan ve âşık tarzlarında şiirleri vardır. Naatlar, gazeller, tahmisler, nazireler, tarih düşüren beytiler ve şarkılar dışında, hece ölçüsüyle türküler de yazmıştır. Bestelediği yapıtlarda şiirlerinin pek azını güfte olarak kullanmış, Nâbî, Bakî, Nazîm, Nailî, Nef'î gibi ustaların şiirlerini bestelemeyi yeğlemiştir. Şiirlerini topladığı Divan'ı kayıptır. Şiirlerine şuara tezkirelerinde, yazma şiir derlemelerinde rastlanır. Ancak, Itrî mahlaslı bütün şiirler ona ait değildir, 1622'de ölmüş başka bir şair de aynı mahlasla şiirler yazmıştır. 17.ve 18 yy'larda Buhurîzade lakabıyla tanınmış iki müzikçi daha bulunduğu için, Itrî'nin onlarla da karıştırılmaması gerekir. Itrî aynı zamanda tâlîk yazı yazan bir hattatır. Edebiyat ve hat öğretmeni Siyahî Ahmed Efendi'dir (?-1697). Yazdığı tâlik yazı örnekleri, Hâfız Post'un güfte derlemesine eklediği güftelerde görülür. Neyzen olduğu da söylenir. Saz eserleri bestelemesi, ney ya da başka bir saz çaldığını gösterir. Çağının kaynaklarında, kuramsal bilgilerinin çok üstün bir düzeyde olduğundan söz edilir. Asıl önemi besteciliğindedir. Yapıtlarıyla bir çığır açmış, Klasik Türk müziğinin kurucusu olmuştur. Ondan önceki bestecilerde, bir ölçüde de olsa, Orta ve Yakındoğu müziklerinin izleri sezilir. Bu etkiler onda bütünüyle silinmiş, Klasik Türk müziği diye adlandırılan, Osmanlı-Türk üslubu en belirgin çizgileriyle ortaya çıkmıştır. Klasik üsluba bağlı kalmış pek çok bestecide, az ya da çok, onun etkisi vardır. Itrî, Abdülkadir Merâgi ve Hammâmîzade İsmail Dede Efendi'yle birlikte, Türk müziğinin gelişimini yönlendiren üç önemli besteciden biri olmuştur. Itrî'nin din dışı yapıtlarının başında gelen Nevâ Kâr Hâfız'ın bir gazeli üzerine bestelenmiştir. Bu yapıt çeşitli makam ve usul geçkileri uygulanarak birbirine bağlanmış ezgilerinin zenginliği yanında, kuruluşu ve titiz işçiliğiyle de özgünlük taşır. Aynı zamanda, Klasik üslubun niteliklerini de en iyi yansıtan, en özlü örneklerinden biridir. Çeşitli makamlardaki, büyük formlu öbür din dışı yapıtları, ilgili fazılların ilk akla gelen parçaları arasındadır. Din dışı küçük formlarda bestelediği hiçbir yapıtı günümüze ulaşmamıştır. Itrî dinsel müziğe yepyeni bir hava getirmiştir. Dinsel yapıtları, cami ve tekke müziği örnekleri olarak ikiye ayrılır. Teravih namazı sırasında makam değiştirme kuralı ile, camilerde müezzinlerin uyguladıkları çeşitli kuralların Itrî tarafından konulduğu söylenir. Bayram namazlarında okunan Segâh Kurban Bayramı Tekbiri, kutsal emanetlerin ziyareti sırasında okunan Segâh Sal-ât-ı Ümmiye, Mâye Cuma Salâtı, Dilkeşhâveran Gece Salâtı, üç yüz yıldır etkilerinden bir şey yitirmemiş yapıtlardır. Özellikle ilk ikisi çok kısa birer cümle içinde yarattıkları etkinin yoğunluğu bakımından Türk müziğinde benzersiz bir sanat gücü taşırlar. Mevlevihanelerde, sema törenlerinde, ayinden önce okunan, Rast Naat-ı Peygamber, Itrî'nin Mevlevi müziğine en kalıcı katkısıdır. Güftesi Mevlânâ'nın bir şiirinden alınan yapıtta, güfte ile beste yetkin bir biçimde bütünleştirilmiştir. Bu naatın, bestelenmesinden sonra Mevlevihanelerdeki her sema töreninde okunması bir gelenek haline gelmiştir. Segâh Ayin'i ise, bu türün ilk güçlü örneklerinden biridir. Günümüze ulaşan yapıtlarının çoğunda mistik bir hava vardır. Bu yönü bir ölçüde, Mevlevi olmasına bağlanabilir. Seçtiği formlar için en uygun anlatımı bulan Itrî, cami müziği olarak bestelediklerinde, derin bir dindarlık duygusunu, Mevlevi müziği yapıtlarında, tasavuffi bir içe dönüş heyecanını dile getirmiş, din dışı yapıtlarında ise, yoğun müzik cümleleri arasında beliren düşünceli ve düşündürücü bir tavrı benimsemiştir. Sanatı değerlendirilirken, üslubunun niteliği ile yapıtlarındaki teknik özellikler birbirine bağlı iki düzey olarak ortaya çıkar. Itrî'nin müziği 17. yy'da henüz oluşum aşamaları içindeki bir müzik üslubunda "klasik" diye nitelendirilebilecek özellikler taşır. Kişisel duygu ve düşüncelerini dile getirmediği, bütünüyle kendine özgü, kişilikli bir anlatım yaratabilmiştir. Müziğinin dengeli, oturmuş bir yapısı vardır; yapıtlarının en dokunaklı bölümlerinde bile, duygusallıktan, abartamadan, gereksiz süslemelerden kaçınmıştır, cümleleri açık seçik ve berraktır. Yapıtlarının ezgi yapısındaki özellikler ise, sanatının ancak teknik bir inceleme çerçevesinde değerlendirilebilecek başka bir yönüdür. Hiçbir bestesinde alışılmış ezgi örneklerine rastlanmaz. Belli bir makamdaki yapıtı, başka bir bestecinin aynı makamdan bir yapıtıyla karşılaştırıldığında, o makamı çok farklı buluşlar, taklit edilmeyen, benzersiz deyişlerle işlediği görülür. Bir makama bağlı müzik cümlelerini sadece komşu perdelerden yararlanarak geliştirme kolaycılığından kaçınmış, en uzak perdelere dek uzanarak, zor olanı gerçekleştirmeyi yeğlemiştir. Böylece ezgilerini dar bir ses alanı içinde kalmaktan kurtarmıştır. Onun müziği bu bakımdan makam ve geçki zenginliği taşır. Bu zenginlik, kullandığı usuller için de geçerlidir. Notasıyla günümüze ulaşamamış parçalarının güfteleri ile usullerini veren eski kaynaklarda, çok ender kullanılmış usullerde bile yapıt bestelediği görülmüştür. Itrî, Şeyhülislam Esad Efendi'nin belirttiğine göre, bini aşkın beste yapmış olan çok verimli bir bestecidir. Bunların büyük bir çoğunluğu unutulmuş ya da kaybolmuştur; bugün ancak kırk dolayında yapıtı bilinmektedir. Günümüze kalan pek az yapıtıyla bile bugün de Klasik Türk müziğinin en başta gelen birkaç ustasından biri kabul edilmesi, sanatında ki olağanüstü özelliklerin bir sonucudur. YAPITLAR (başlıca): Segâh Kurban Bayramı Tekbiri; Segâh Salât-ı Ümmiye; Dilkeşhâveran Gece Salâtı; Mâye Cuma Salâtı; Segâh Mevlevi Ayini; Rast Darb-ı Türkî Naat ve Sofyan Tevşih; Nühüft Durak; Nühüft İlahî; Nühüft Tevşih; Nevâ Kâr; 2 Pençgâh Beste; Hisar Devr-i Kebir Beste ve Aksak Semai; Mâhûr Ağır Aksak Semai; Rehavî Berefşan Beste; Buselik Hafif Beste ve Yürük Semai; Segâh Ağır Semai; Segâh Yürük Semai; Bayatî Çember Beste; Bestenigâr Darb-ı Fetih Beste; Dügâh Hafif Beste; Isfahan Zencir Beste ve Ağır Aksak Semai; Nikriz Muhammes Beste; Râhatu'l Ervah Zencir Beste; Irak Aksak Semai; Rast Aksak Semai; Nühüft Aksak Semai; Acemaşiran Yürük Semai; Rehavî Peşrev; Nühüft Peşrev ve Saz Semaisi. |
Tags |
a'dan z'ye türk büyükleri, adan, buyukleri, turk, türk büyükleri, türk büyükleri kimlerdir?, türk büyüklerinin hayatı, zye |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevaplar | son Mesaj |
Türk Büyükleri Günü Konuşma Metni | Nokia | Belirli Gün ve Haftalar Konuşma Metinleri | 0 | 16.11.09 16:00 |
Türk Büyükleri Günü ile İlgili Kompozisyon-Türk Büyükleri Günü Konulu Kompozisyon | Nokia | Belirli Gün ve Haftalar ile İlgili Kompozisyonlar | 0 | 13.11.09 12:57 |
Türk Büyükleri Günü Resimleri | SERDEM | Belirli Gün ve Haftalar ile İlgili Resimler | 1 | 02.09.09 02:16 |
Türk Büyükleri Haftası (Günü) İlgili Şiirler | Güllü | Belirli Gün ve Haftalar Şiirleri | 10 | 19.08.08 01:27 |
Türk Büyükleri Günü - 29 Mayıs Genel Bilgi | tualim | Belirli Gün ve Haftalar Genel Bilgi | 0 | 22.07.08 05:24 |