MANİSA Sarayı (Saray-ı Amire)
Manisa’da Saruhan Beyliği’nin kurucusu Saruhan Bey 1313 yılında kenti ele geçirdikten sonra burasını beyliğin başkenti yapmıştır. Bu durum Yıldırım Beyazıt’ın Manisa’yı 1390 yılında Osmanlı topraklarına katmasına kadar devam etmiştir. Yıldırım Beyazıt’ın Ankara Savaşı’nda (1402) Timur’a yenilmesinden sonra Saruhan Beyliği diğer beylikler gibi bağımsızlığını bir süre daha devam ettirmiş ve Çelebi Sultan Mehmet tarafından 1410’da ikinci kez Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Saruhan Beyliği ve Osmanlı döneminde Manisa önemli bir merkez olmuştur. Şehirde birçok eserler yapılmış ve bunların başında da Manisa Sarayı (Saray-ı Amire) gelmiştir. Günümüze gelemeyen Manisa Sarayı oldukça geniş bir alana yayılmıştı. Bugünkü konumu ile Hatuniye Külliyesi’nin bulunduğu yerden başlayarak istasyona, Atatürk Bulvarı’na ve batıda da Cumhuriyet Caddesi’nin bulunduğu 56 dönümlük bir alan içerisinde bulunuyordu. Çağatay Uluçay’dan öğrenildiğine göre; sarayın bulunduğu alanda Saruhan Beyi’ne ait köşk, çevresinde dört bölümlü odalar, üç hamam ve dört dönümlük bir bölümü kaplayan Saraçlar Odası, beş dönümlük Yeniçeriler Odası, sekiz dönümlük bahçeler ve ahırlar ile saraydaki görevlilerin yaşadıkları yerler vardı.
Osmanlı döneminde Sultan II. Murat’ın yeniden yaptırdığı, Fatih Sultan Mehmet’in genişlettiği bu sarayın 1445 yılında da en geniş konumuna ulaştığı kaynaklardan öğrenilmektedir. Kâtip Çelebi’nin Cihannüması’nda bu saray ile ilgili bilgiler bulunmaktadır:
“…ve Saray-ı Şehzadegân şark ve şimal canibinde haid şimal saray ki kapıları ol canibedir. Önü vasi meydandır. Kuzey-doğu tarafından duvarlarla çevrili şehzadeler sarayı vardır ki bu sarayın kapıları kuzey tarafında olup, ön tarafı geniş bir meydandır”.
Evliya Çelebi de 1671-1672 yıllarında geldiği Manisa’da, bu saraydan söz etmektedir:
”Şehrin aşağı şimal canibinde sahray-ı lâlezarda vaki olmuştur. Canibi erbaası kal’e gibi tuğladan mebni car köşe bir binayı metindir. Ve canibi garba nazır bir tahta kapusu vardır. Dairenmedar cürmü 3.300 adımdır. Ve asıtane tarafından bostancıbaşı ve 200 sarı külahlı bostancıları vardır. Daima bu bağı iremi tımar idüp anda olan selef mülüklerin halice ve havayice ve altın ve gümüş makulesi envai ve simüzer hüleleri ve fıskiye ve kadehleri ve gayri emanetlerin kurşunların ve mutâlla âlemlerin göz edüp bu bağ irem zatı tamir ve temrinle mukayyet olurlar ve mâhsulâtın bedel mesarif Asıtanede terkecibaşıya irsal cizyedendir. Bu cavzaı ve hadikai bağı cinan ile hıyaban yeridir. Kim adam maksurelerinde meka ettikte şukufesinin rayihai tayyibesinden alemin dimağı muattar olur. Ve cenabı bari ruyı arzda sun’un isar için ne kadar kere yüz bin elvan nebatı kiyahat es haratı hoş bu halketmiş ise de cümlesi bu gaytanı iremzatta mevcuttur. Ve selef ukalaların bu bağı sadrenci naksi terhedüp alettertip cırpı ile yüz bin şeceratı müsbiratı ve gayrı dirahtı çınarları ve kavak ve servi ve bıdı ve sernigünları ve gûnagûn şererei Tayyibeleri diküp saf saf alettertip dizülüp duru. Böyle bir sayedar ve koyah hıyaban hadikai sultandır”.
Nusret Köklü bu sarayla ilgili bilgiler vermektedir:
“Şehrin kuzey tarafındaki düzlükte, lâle bahçelerindendir. Dört bir tarafı tuğladan yapılmış, dört köşeli kale gibi sağlam bir yapıdır. Batı tarafına bakan bir tahta kapısı vardır. Çepeçevre cürmü 3.000 adımdır. İstanbul’dan gönderilen bostancıbaşı ve 200 sarı külahlı bostancılar bu bahçeyi daima tımar ederler. Ayrıca burada oturan eski padişahların ihtiyaçları için kullanılan altın, gümüş takımlar ve altın gümüş kaplamalı çeşme, fıskiye ve kadehler de onların idaresi altındadır. Bütün kaleleri, binaları, kurşunları ve yaldızlı alemleri gözeterek bu cennet bahçenin tamir ve onarımı ile de alakadar olurlar. Mahsullerden elde edilen kazancı İstanbul’da terekecibaşıya gönderirler. Senevi 700 akçe mahsulünden hâsıl olur. Neferlerin vazifeleri bunları toplamaktır. Duvarlarla çevrili bu bahçe öyle ağaçlarla dolu bir yerdir ki çiçeklerin güzel kokuları burada oturan insanların iliklerine siner. Dünyayı yaratan Allah’ın kudretini göstermesi için var ettiği yüz bin çeşitten fazla çiçekli bitkilerin hepsi de bu cennete eş olarak yapılan bahçede mevcuttur. Evvelce burada hizmet gören meraklılar bu bahçeyi tarhlarla süsleyip yüz binlerce çeşit çubuk ve meyve fidanını ayrıca çınar, kavak, servi ve salkım söğüt ağaçlarını ve renk renk kokulu çiçek fidanlarını sıra sıra dikip yetiştirmişlerdir. Burası işte böyle bol ağaçlıklı, gölgelik ve duvarlarla bahçeler sultanıdır ki ne kadar methetsek sözlerimiz yine eksik kalır”.
Toprkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan Şemailnâme-i Ali Osman’da yer alan Manisa minyatürü bu sarayın XVIII.yüzyıldaki durumunu göstermektedir. Buna dayanılarak da sarayın ortada büyük bir kapısı bulunan revaklardan avlusuna girildiği görülmektedir. Birinci avlıda üç kuleli bir köşk ve avlunun sağ tarafında üstü tonoz, kapısı kemerli ve önünde küçük bir bahçesi olan bir köşk görülmektedir. Sarayın giriş kapısı karşısında on altı köşeli, kubbeli bir yapı görülmektedir. Buradan sarayın diğer bölümlerine geçilmektedir. Soldaki avluda ise, sokak ile bağlantılı yüksek duvarlı bir yapı vardır. Sokak yönündeki kapının üzerinde küçük bir kasır olduğu da bu minyatürden anlaşılmaktadır.
Manisa Sarayı’nın görkemli yaşantısı Sultan III.Mehmet ile birlikte son bulmuştur. Bu dönemde şehzadelerin İstanbul dışında yaşamaları yasaklanınca da Manisa Sarayı özelliğini yitirmiştir. Bundan sonra saray harap olmaya başlamıştır. Zaman zaman yapılan küçük tamirlerle ayakta tutulmaya çalışılmış ve son onarımını Mutasarrıf Galip Paşa 1901 yılında yaptırmıştır. Bu arada Sultan II.Abdülhamit de Anadolu’daki diğer vilayetlere gönderdiği saatlerden birisini de Manisa Sarayı’nın köşk kulesine koydurmuştur.
Kurtuluş Savaşı sırasında sarayın ahşap kısımları tamamen yanmış, yalnızca kâgir kısımları ayakta kalmıştır. Cumhuriyet döneminde sarayın eski haline getirilmesi için çalışılmış ancak, başarılı olunamamıştır. Halkevi binası bu sarayın temelleri üzerine yapılmıştır. Günümüzde Manisa’da bu sarayla ilgili hiçbir iz kalmamıştır.