Otizmin Tarihi Otizmin Tarihi
Giriş: Leo Kanner(1943) gözlemlediği küçük yaşlardaki bir grup çocuğun davranış örüntüsünü tanımlayarak “erken çocukluk otizmi” sıfatını kullanan ilk kişiydi. Kanner’den 1 yıl sonra Hans Asperger’in (1944) yazdığı makalede daha büyük yaştaki çocuklar ve ergenlerdeki davranış örüntüsü Kanner’in otizm tanımıyla (ayrıntılarda farklılıklar olsa da) örtüşmektedir. Ayrıca Asperger de gözlemlediği davranışa ilişkin olarak”otistik” terimini kullanmıştır.
Söylenceler ve Gerçek: Aziz Francis’in takipçilerine yönelik söylencelerden biri saf masum sosyal sezgileri veya sağ duyusu eksik birader Juniper’le ilgilidir(Frith,1989). Diğer kardeşleri kızdırsa da o zamanlar Juniper’in tuhaflığı onun aziz olmasına yorulmuştur. Bugün ise ona Asperger Sendromu tanısı koyulacaktır. Yazılı Tarihe bakınca otistik semptomlara sahip olduğu düşünülecek bir çok örnek bulmak mümkündür.Bunlardan bir tanesi 18. yüzyılın sonunda orta-güney Fransa’da Aveyron ormanlarında vahşi bir şekilde yaşarken bulunan Victor’dur. Victor’u eğitmek üzere metodlar geliştiren hekim J.M.G. Itard, Victor’un davranışlarını ayrıntılı bir biçimde tanımlamıştır. Victor’un otistik olduğuna ve Kanner sendromu taşıdığına dair en küçük bir şüphe yoktur.
Erken Dönem Psikiyatri Literatürü: Bazı eski dönem yazarlarının otistik davranışa yönelik çok berrak tanımlamalarına rağmen (örn:Haslam, 1809), 19.yüzyılın son yarısına kadar hiç kimse bireysel vakalar arasında bir bağlantı kurmadı. İlk olarak, Maudsley(1867) çok tuhaf davranışları olan bazı çocukları “deli” olarak tanımladı. Başlangıçta şok edici bulunsa da daha sonraları Mausley’nin fikirleri-akıl sağlığı ile ilgili- kabul gördü. 20.yüzyılın ilk yarısında “çocukluk psikozu” terimi kullanıma girdi ve anormal çocuk gelişimi alanında çalışanlar alt-grupları tanımlamaya başladı. Örneğin; Margaret Mahler(1952) gerçekten bir şey hissetmeksizin bakıcılarına sıkıca sarılı kalmakta ısrar eden ve başka anormal davranışları da olan çocukları tanımladı. Potter(1933) çocukluk formunda bir şizofrenisi olduğunu söylediği çocuklarla ilgili yazdı.
Leo Kanner ve Hans Asperger: Kanner’in küçük yaş grubundaki çocuklarla ilgili klasik tanımı şu şekilde oluşmuştu: sosyal uzaklık, konuşma eksikliği veya ekolalik konuşma ya da kendine özgü bir konuşma biçimi, kendi ayrıntı odaklı tekrar edici rutinlerini sürdürerek herhangi bir değişikliğe yoğun direnç gösterme, görsel-mekansal veya ezber hafızasında ayrıksı bir yetenek, ama buna karşın öğrenmede genel bir gecikme. Kanner, bu çocukların çekici, atik ve zeki görünümlü hallerini özellikle vurguladı. Adını “erken çocukluk otizmi” olarak koyduğu bu davranış örüntüsünün benzersiz ve çocukluktaki diğer bütün bozukluklardan farklı olduğunu düşünüyordu. Asperger ise Viyana’da almanca yayınlanan makalesinde daha büyük yaştaki çocuklarda ve ergenlerde gördüğü özellikleri şu şekilde tanımlıyordu; naif, sosyal etkileşimde uygunsuzluk, iyi bir dil becerisi ama bu beceriyi kendi özel ilgi alanlarına yönelik olarak monolog biçiminde kullanma, monoton bir ses tonuyla konuşma ve beden dilini kullanmama, kendi kısıtlı ilgi alanlarında yoğun meşguliyet ve çoğunlukla zayıf motor koordinasyon, zeka düzeyleri, sınır, normal ve üstün zeka olarak görülmekle birlikte sıklıkla özel öğrenme güçlükleri mevcuttu. Bugün halen Kanner ve Asperger’in makalelerinin çok ilgi çekiyor olmasının nedeni muhtemelen gördükleri çocukları çok kuvvetli detaylarla tanımlayabilmeleridir. Çocuklar onların makalelerinin sayfalarında canlandılar. Kanner ve Asperger her ikisi de kendi sendromlarının özel ve benzersiz olduğunu düşünmüşlerse de artık biliyoruz ki bu tanımladıkları sendromlar birbirleriyle örtüşmektedir ve birçok çocuk her iki duruma ait özelliklerin bir karışımına sahiptir.
.
Psikoanalizin Etkisi: Freud’un teorisi ve diğer psikoanalatik yaklaşımlar 20. yüzyılın başlarında Avrupa’da gelişti ve 2.dünya savaşı yıllarında ve devamında Amerika’da çok etkili oldu. Kanner genetik faktörlerin otizmde rol oynadığını düşünse de psikonalatik teorilerden de etkilenmiştir. Çocukların durumunun soğuk, ilgisiz, kayıtsız ve katı, çocuklarına bir makineyle ilgilenen görevliler gibi davranan mükemmellliyetçi anne-babalardan kaynaklandığını öne sürüyordu. Gördüğü çocukların anne-babalarının hemen hemen hepsinin meslek sahibi üniversite mezunlarından oluştuğunu ifade ediyordu. Bu çocukların potansiyel olarak normal ve iyi bir zekaya sahip olduklarını ama duygusal bakımdan hasarlı olduklarını düşünüyordu ve beyinde fiziksel bir pataloji olmadığına kuvvetli bir biçimde inanıyordu. Kanner’in fikirleri profesyoneller ve hatta ebeveynler tarafından geniş kabul gördü. Sonuçlar ürkütücüydü. Ebeveynler suçluluk duygusundan bunalarak birbirlerini suçluyor ve boşanıyorlardı. Bazı ailelerse çocukları için uzun süreli bir psikoanalitik tedaviye büyük paralar döktüler. Bütün bunlardan çocuklar çok zarar gördüler çünkü ihtiyaçları olan şekilde eğitim ve yardım göremediler.
Fiziksel Nedenlere Dayalı Teorilerin Tekrar Gündeme Gelmesi: Çok şükür ki herkes otizmin duygusal nedenlere dayalı teorisine prim vermiyordu. Bu alanda çalışanlardan bazıları zihinsel gerilikle(öğrenme bozukluğu) büyük bir örtüşmeden bahsediyordu. Bazıları ise dil gelişimindeki anormalliklerle ilgileniyorldu. Diğerleri nöropatolojinin araştırılması gerektiğini düşünüyorlardı.
Yeni Açılımlar Yeni Fikirlere Yol Açar: 1960’lı yıllarda işler yoluna girmeye başladı. Bunun böyle olmasının başlıca iki nedeni vardı. Birincisi, psikoanalitik yaklaşıma karşı çıkan aileler biraraya gelerek aile dernekleri kurmaya başladılar. Bu kurumlar yaygınlaştı ve otizm hakkındaki düşüncelerin değişmesinde, ailelerin ve çocukların ihtiyaçlarının belirlenmesinde önemli bir rol oynadı. İkincisi, daha özenli bilimsel çalışmaların ortaya konmasıydı. 1960 öncesi otizm hakkındaki makaleler çoğunlukla klinik vaka analizlerine dayanmaktaydı. Otistik bozukluklarla ilgili bilimsel çalışmalara en büyük katkılardan birini Victor Lotter(1966) yapmıştır. İngiltere’de Kanner otizmine yönelik ilk epidemiyolojik çalışmayı başlatmıştır. En can alıcı tanımlayıcı özellikler(en önemli olanları)olarak kullandıkları; sosyallikten uzaklık, başkalarına kayıtsızlık ve kendi tekrarlayıcı rutinlerinin değişmesine karşı dirençtir. Michael Rutter tipik otizm çalışmalarına 1960’larda başlamıştır. O ve arkadaşları çocukların klinik özelliklerini detaylı bir biçimde tanımlamış, zeka testlerindeki profillerini araştırmış ve ergenlik ve yetişkinlik dönemlerini takip etmiştir.
Otistik Yelpaze Teorisi: Victor lotter’in çalışmasını takiben otizmin yaygınlığını değişik şekillerde tanımlayan çalışmalar yapılmıştır. Çalışma arkadaşım Judith Gould ve ben Londra’nın bir bölümünde değişik bozukluklara sahip çocuklarla bir çalışma yürüttük(Wing&Gold,1979). Otistik özelliklerin herhangi birini gösteren çocuklara ulaştık(sadece tipik Kanner otizmine sahip olanlarla sınırlı kalmadık). Bunun sonucunda, otistik durumları içeren geniş bir yelpaze(Kanner sendromu bunun sadece küçük bir kısmıydı) hipotezini geliştirdik. Zihinsel gerilikle birlikte(70 altında IQ) otistik yelpaze bozukluğu gösteren çocukların dağılımı 10.000'de 20 olarak tespit edildi. 1980’lerde Christopher Gillberg otistik yelpazenin empati eksikliğinin olduğu bozukluklardan sadece biri olduğu hipotezini ortaya attı.
Bugün ve Gelecek: 1990’lı yıllarda otizmin nedenlerini ve buna bağlı nöropatolojiyi anlamada gelişmeler kaydedildi. Michael Rutter ve arkadaşları otizmde genetik faktörlerin önemine işaret etmiştir. Bunun yanısıra otistik bozuklukların psikolojik yanları-iletişim ve dildeki anormallikleri de içeren- incelendi. Uta Frith ve arkadaşları çocukların diğer kişilerin zihinlerini anlamada güçlükler yaşadığını göstermiştir. Simon-Baron Cohen ve arkadaşları(1996)18 aylık çocuklarda otizmi tespit eden kısa bir tetkik geliştirmiştir. Bu incelemenin temeli ortak ilgi ve sembolik oyuna katılmadaki beceriye yaslanmaktadır. Masallar ve söylenceler çağından, psikoanalize ve sonunda bugünün pratik gerçekçiliğine vardık. Artık Kanner ve Asperger sendromunu da içeren geniş bir otistik yelpazenin varlığı kabul edilmektedir. Bütün yelpaze üç psikolojik işlevdeki bozukluğun(sosyal etkileşim, iletişim ve hayal gücü) mevcut olmasında birleşmiştir. Bu “üçlü bozukluk”un mevcudiyetinde kişinin faaliyet örüntüsü katı, dar ve tekrarlayıcıdır. Araştırmalar ve klinik çalışmalar bu üçlünün temelinde “sosyal bozukluğun” olduğunu göstermektedir. Şu anda ihtiyaç duyulan otizmde ve normal gelişimde sosyal içgüdünün nörolojik temeline yönelik araştırmalardır. Otistik sosyal bozukluk tekbaşına veya diğe fiziksel ve psikolojik bozukluklurla bir arada olabilir. Yelpaze içinde zeka düzeyi , düşük zekadan üztün zekaya farklılıklar göstermektedir. Yetişkin dönemdeki durum çocukluk dönemimdeki beceri düzeyi ile yakından ilgilidir. Sadece normal ve üstün zeka düzeyine sahip olanların ilerki yaşamlarını bağımsız olarak sürdürme ihtimali mevcuttur. Bununla birlikte, beceri düzeyleri ne olursa olsun bu rahatsızlıktan muzdarip olanların yaşam kalitesini arttırmak için eğitim gereklidir. Bu bozukluğun tedavisi şu ana kadar mümkün olmasa da, eğitim metodlarına, ortamın yapılandırılmasına, becerilerin arttırılmasına ve olumsuz davranışların azaltılmasına yönelik yeterince bilgiye sahibiz. Gelecekte ümidimiz ağır seyreden otistik bozuklukların önlenmesinde ve tedavisinde etkili yöntemlerin bulunması ve kesin sebeplerin tespit edilebilmesidir. Yüksek becerilere sahip olanlar içinse umudumuz onların özel yeteneklerinin geliştirilmesi ve hayatlarını tatmin edici bir biçimde yaşayabilmelerinin sağlanmasıdır.
*Lorna Wing’in Galler Uluslararası Otizm Konferansı 2007’de sunduğu “The History of Ideas on Autism: Legends, Myths and Reality” adlı makalesinin Psikolog Metin Karakol tarafından çevrilmiş özetidir. |