Nohut Oğlan
Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde, bir yaşlı karı koca varmış. Çocukları da yokmuş. Yalnız başlarına yaşayıp giderlermiş. Günlerden bir gün, yaşlı kadın nohut ayıklıyormuş. Kocası da tarlada çift sürüyormuş. Kadın nohutlara dalmışken, “Ah,” diye söylenmiş kendi kendine, bir kalbur dolusu çocuğumuz olsaydı da, biz de böyle yalnız kalmasaydık!”
Aaaa, kadın ne görsün, kalburdaki nohutlar birer çocuk oluvermesin mi?... Bir tas nohudun dökülüp kıyı bucak yayıldığı gibi, çocuklar da sağa sola dağılmaya başlamışlar. Biri, ekmek; biri su, öteki peynir... diye bağırıyormuş. Başlamışlar koro gibi:
“Karnımız acıktı, ekmek isteriz, yemek isteriz!” diye mızırdanmaya.
Çocuğun biri ikisi, üçü dördü iyi de, kadıncağız bunca çocukla ne yapacağını şaşırmış. Ekmek yapmış, bir solukta bitmiş ekmek- ler; yemek pişirmiş, her biri bir yandan tencereye dalmış, daha sofraya konmadan bir kaşık yemek kalmamış. Bir curcuna ki sormayın!
Tam bu sırada yaşlı adam tarladan dönmüş. Ekmek istemiş, ekmek yok; . yemek istemiş, yemek yok. Ortada nohut kadar çocuklar yuvarlanıp duruyor. Adam.
“Bunlar ne?” diye sormuş karısına. Kadın.
“Çocuklarımız!” diye yanıt vermiş.
Daha sonra, olanı biteni anlatmış kocasına.
“Aman,” demiş, “aman, ölseydim de çocuk istemeseydim; nedir bu başımıza gelenler! Kurtar beni bunlardan, yoksa çıldıracağım!”
Adam, buna bir çare bulmak zorunda olduğunu düşünmüş.İçinden de şöyle geçirmiş: “Bunlar teknede hamur, tencerede aş bırakmazlar. Ambarları boşaltır, bize ele güne el açtırırlar...”
“Olur,” demiş karısına, “yarından tezi yok, seni bunlardan kurtarırım ben.”
Kadın ne var, ne yok, ortaya koymuş. Karınları doyan çocuklar sabaha kadar mışıl mışıl uyumuşlar. Adam ise gözünü yummamış. Gün ağarırken, çocukları bir kalbura doldurmuş, tarlaya götürmüş. Serpmiş tarlanın yüzüne. “Nasıl olsa bunlar nohuttu, tarlayı görünce nohutluklarını anımsarlar, çocuk olduklarını unuturlar.” Diye geçirmiş içinden. Nitekim de öyle olmuş, tarlaya serptiği çocuklardan ses soluk çıkmamış.
Adam o gün de çiftini sürmüş, azığını yemiş, gün batınca eşeğini önüne katıp evine dönmüş. Kalburu direkteki çiviye asmış. Karı koca sofraya oturmuşlar. “Ana, ana! Ben burdayım!” sesiyle irkilivermişler. Kadın dönüp,
“Neredesin, kimsin sen?” diye sormuş.
“Kalbura sıkışıp kaldım, ben oğlunuzum, Nohut oğlan; kurtarın beni buradan, nolursunuz!”
Oğlan, kalburun kasnağındaki bir yarığa sıkışıp kalmışmış. Karıkoca, “Ne yapalım, demek bizim kısmetimizde böyle bir çocuk...” diye düşünmüşler, oğlanı kalburun yarığından kurtarmışlar. Buna sevinmişler bile.
Ertesi gün, baba gene çifte gitmiş, ana da ev işlerine koyulmuş. İnekleri, koyunları sağmış. Ahırı temizlemiş, yoğurt yapmış.. “Nasıl olsa artık oğlumuz var, bir yoğurtlu çorba pişireyim de, Nohut Oğlan öğleyin babasına götürsün. Babası da oğlunu görsün, gönensin” diye geçirmiş içinden kadın. Çorbayı hemen pişirmiş, Nohut Oğlana seslenmiş:
“Gıldır gıldır nohudum, anan kurban sana, hadi şu aşı al da ba bana götür. Nice zamandır, öğlenleri sıcak bir aş yemedi. Seni görsün, oğlum aş getirdi deyip gönensin.”
“Olur, ana.” Demiş hemen oğlan.
Kadın, eşeğin üstüne bir heybe atmış. Ekmekleri heybenin bir gözüne, çorbayı da öbür gözüne yerleştirmiş. Oğlanı da eşeğin kulağına oturtmuş, babasına göndermiş. Bir yandan da:
“Aman Nohut Ağa, eşeği koşturup etme, çorba dökülür!” diye de uyarmış oğlanı.
Oğlan, hayatından memnun, ıslık çala çala yola koyulmuş. Yolda bir pekmezciyle karşılaşmış. Pekmezci ona doğru yaklaşınca, sesini kesip beklemiş. Taze ekmek kokusunu alan pekmezci, “Oh, tap taze ekmekle de ne iyi olur!” demiş içinden, “Ekmeği banar banar yerim.” Dediğini de yapmış. Tam lokmayı ağzına götürürken, . Nohut Oğlan seslenmiş:
“Yavaş ol amca, ekmekleri bitirdin. Ben babama ne götüreceğim? Hiç olmazsa birazını ye, birazını da babama bırak!”
Pekmezci, herhalde cin, peri sanıp korkudan, oracıkta bayılıvermiş. Nohut Oğlan pekmez küpünü de yerleştirmiş heybeye, ıslığını daha yükselterek gene yola koyulmuş.
Çalışmaktan kan ter . içinde kalan babası, Nohut Oğlanın getirdiği azığı doya doya yemiş; “Aman, insanın oğlu olması ne iyiiymiş...” diye düşünmüş. Çiftçiler yemekten sonra, bir ağaca sırtını
dayayıp şöyle bir kestirirler ya, adam da öyle yapmış. Nohut Oğlan da durur mu yerinde? 0 da öküzlerden birinin kulağına girip başlamış çift sürmeye. Bir yandan da nohut kardeşleriyle şakalaşıyormuş.
O ülkenin padişahı; zaman zaman, köylü kılığına girerek topraklarında dolaşır, halkın ne yapıp ne ettiğini yakından görmek istermiş. Gene böyle bir günde, öküzlerin yalnız başlarına çift sürdüklerini görünce çok şaşırmış; “Hah, bu da nesi?. Meğer be nim halkını ne yüksek uygarlıklara varmış da ben görmemişim!” diye geçirmiş içinden. Ağacın dibinde uyumakta olan adamın yanına gitmiş, onu uyandırmış.
“Nasıl oluyor bu, tarlayı kim sürüyor?,” diye sormuş.
“Oğlum sürüyor.” Diye yanıt vermiş çiftçi.
“Şakanın sırası değil, oğul moğul görmüyorum ben.”
“Öküzlere yaklaş, görürsün.”
Padişah . yaklaşmış öküzlerin yanına, ama bir şey görememiş. Nohut Oğlan, padişahı görünce seslenmiş:
“Buradayım, burada! Öküzün kulağının içine bak!”
Padişah, önce, pekmezci gibi, neredeyse bayılacakmış. Ama halkının karşısında nasıl bayılsın da korkusunu belli etsin! Oğlan gene seslenmiş:
“Görmüyor musun, işte buradayım!”
Öküzün kulağında bir nohut kadar oğlanı gören padişah,
“Allah’ım, halkının arasında ne küçücük insanlar varmış da haberim
Yokmuş” diye söylenmiş. “Dur bakalım, bunda bir iş var diye geçirmiş içinden. Oğlana dönmüş.
“İyice dışarı çık da göreyim seni.” Demiş.
Oğlan fırlamış çıkmış. Padişah, oğlanın babasına: . Sat bu oğlanı bana, ne dilersen vereyim sana.” Demiş.
Adam düşünmüş taşınmış; içinden, “ne yapayım bu nohut kadar oğlanı, satayım gitsin.” Demiş. Adam:
“Sattım gitti, al götür! Demiş.
Padişah, bir kese altını adamın önüne atmış. Adam ne yapacağını bilemeden, çifti çubuğu bırakmış, koşa koşa evin yolunu tut muş. Padişah da oğlanı alıp cebine koymuş, oradan uzaklaşmış. Az gitmişler, dere tepe aşmışlar, gele gele padişahın sarayına varmışlar.
Aradan birkaç gün geçmiş. Oğlan her işi beceriyormuş. Padişah, bunu iyi bir iş sahibi yapmak istiyormuş. Bir gün, oğlana:
“Ne olmak istersin, hangi işi . yapmak istersin?’ demiş.
“Deveci olmak isterim.” Demiş oğlan.
Padişah, “Bu oğlan niye deveci olmak ister acaba?” diye sor muş kendi kendine. “0 ki öyle istiyor, varsın deveci olsun.” Demiş. Birkaç gün sonra da oğlan, padişahın çayırında deve gütmeye başlamış.
Gel zaman git zaman, Nohut Oğlanı bir gün otların arasında uykuya dalmış. Develerden biri, Nohut Oğlanı otlarla birlikte yemiş. Akşam olmuş, oraya bakmışlar oğlan yok, buraya bakmışlar. Oğlan yok Padişahın buyruğu üzerine, develerin kulaklarının içine bile bakmışlar.
Yok oğlu yok! Nohut Oğlan da padişahın en değerli varlığı; başlamışlar dağ taş aramaya. İzciler iz . sürmüş, köpekler dağ ova dolaşmış. Yok, yok, yok,!... Dönüp saraya gelmişler. Ahırcıbaşı var gücüyle bağırıyormuş:
“Nohut Oğlan, Nohut Oğlan, neredesin?..”
“Nerde olacağım, devenin karnındayım!”
Deveyi koşturmuşlar, aksırıp öksürtmüşler, Nohut Oğlan çıkmamış. Sonunda, deveyi kesmeye karar vermişler. Deveyi kesmişler; gene yok. Meğer oğlan devenin ciğerinin içindeymiş. Ciğeri de yoksul bir kadına vermişler. Kadın, ciğeri almış, evine dönerken bir su başında dinlenmek istemiş. Oğlan bir yolunu bulup ciğerin içinden çıkıvermiş. Kadın nasıl görsün Nohut Oğlanı? Oğlan ora dan uzaklaşmış, iki hırsızla arkadaş olmuş. Bu hırsızlar da öyle ustaymışlar ki işlerinde. Nohut Oğlanın işlerine yarayacağını he men . anlamışlar. Gece olmuş, hırsızların görevi başlamış. Bir ağıla gelmişler. Ağılın içi kuzu dolu. Ama penceresi küçük mü küçük, kapısı girilmez mi girilmez. Hırsızlardan biri, “Eeee, Nohut Oğlan, hadi bakalım iş sana düştü.” Diye geçirmiş içinden, oğlana dönmüş;
“Hadi bakalım, bücür, hırsızlarla düşüp kalkmak kolay değil, şu pencerenin aralığında gir de, kuzuları bir bir ver bize.” Demiş.
Nohut Oğlan hemen girmiş ağıla. Başlamış kuzuları vermeye. Durmadan da soruyormuş; “Ak kuzu mu istersiniz, kara kuzu mu? Akları mı isterseniz, karaları mı?..”
“Kes sesini bücür Nohut! Çoban duyup gelecek şimdi! Hırsızlığın sessiz yapıldığını bilmez misin sen?”
Bu sözleri hiç duymamış gibi, Nohut Oğlan soruyormuş gene:
“Akları mı, karaları mı? Akları mı, karaları mı?” Çobanların uykusu kirpiklerini ucundadır derler, bu sesleri duyan çoban, yatağından fırladığı gibi ağıla gelmiş. Hırsızları yakalamış:
“Bir de çocuk vardı aranızda, o nerde? diye sormuş hırsızlara. Hırsızlar daha yanıtlamadan, Nohut Oğlan bir eski ayakkabının içinden seslenmiş;
“Buradayım, buradayım!”
“Nerdesin?”
“Görmüyor musun, şu ayakkabının içindeyim. Çoban, “Bunda bir iş var diye düşünmüş, eğilip atmış ayakkabıyı. Gerçekten, nohut kadar bir oğlan! Önce bir irkilmiş. Sonra, “Allahın hikmeti, demek nohut kadar çocuklar da oluyor dünya yüzünde...” diye geçirmiş içinden. Nohut Oğlana;
“Senin sesini duydum da uyandım. Bu rezilleri yakalamaya yardım ettin. Benden ne dilersen onu yerine getireceğim. Dile ben den dilediğini...” demiş.
Nohut Oğlan:
“Önce şu rezilleri koy gitsinler, ben sonra söylerim dileğimi.” Demiş.
Çoban, hırsızları sudan gelinceye dek dövmüş, “Bir daha gözüme görünmeyin!” diyerek koymuş onları.
Hırsızlar, canlarını kurtardıklarına sevinmişler, hemen gözden kaybolmuşlar.
Nohut Oğlan: “Dileğim ne, biliyor musun, çoban amca; beni çocuklarının arasına kat, başka bir şey istemem senden.” Demiş; “bir dileğim daha var, ama dileğimi söylemeye utanıyorum.”
“Söyle, söyle!” demiş çoban, “Seni çocuklarımın arasına kattım bile. Dört oğlum var, iki kızım, bir nohutçuğun fazlalığı mı olur bunca çocuk arasında! İnsan, babasından utanmaz. Hadi, çekinme, söyle dileğini.”
“Bir de, beni evlendir!” Çoban, “Kolay evlendirmesi, kolay da, bu Nohut Oğlana bir Nohut Kız nasıl bulunur?” diye derin derin düşünmeye başlamış. Oğlana dönmüş:
“Tamam!” demiş, “Seni evlendireceğim de... Ama sana göresi nasıl bulunur?” “Arayan bulur, çoban amca. Hele sen düğün hazırlıklarına başla, ötesi kolay.”
Çoban, “Bunda bir iş var...” diye düşünmüş, ertesi gün de düğün hazırlıklarına başlanmış. Gel zaman git zaman, düğün günü gelip çatmış. Ama ortada gelin yok. Nohut Oğlan da bir milim bile büyümemiş. Çoban:
“İşte düğün, işte dernek, Nohut Ağa! Düğünü benden, gelini senden! Haydi, davran!” demiş. Zurnanın deliğine saklanmış olan Nohut Oğlan:
“Görmüyor musun, gelin yanımda ya!” diye seslenmiş.
Çoban eğilip bakmış ki, teliyle duvağıyla bir nohut gelin! Dönmüş davulcuyla zurnacıya:
“Vurun ulan davulu, çalın zurnayı, Nohut Oğlanla Nohut Gelinin düğününde daha çok çalın.” demiş. O güne dek görülmemiş güzel bir düğün yapılmış. Nohutlar evlenmişler, yıllarca da, çobanın ailesiyle birlikte mutluluk içinde yaşamışlar. Arada gözden kayboluyorlarmış, ama gene de bir delikten çıkıveriyorlarmış. 0radan hiç ayrılmamışlar; ev sahibi, tarla sahibi olmuşlar.