Avangardın Tanımı Avangard kavram olarak askeri bir terim; bir ordunun, bir birliğin öncü kolu anlamına geliyor. 1830-1840’ların ütopyalar döneminde siyaset diline girerek, köklü dönüşümlerin bayraktarları anlamında kullanılıyor. 1789 Devrimi’nin evrensel, sınırsız vaatlerinin anlamlandırılmaya çabalandığı, siyasal imgelemin hudut tanımadığı bu havai dönemde canlanıyor. Sonrasında ise insanlığın hülyalarını, tarihin menzilini ve modernliğin düşünsel ortamının hazırlayan kimi düşünürlerin ütopik hedefini temsil eden bir pozisyonu niteliyor. Günümüzde ise her türden yenilikçi, öncü sanatsal hareket avangard olarak anılıyor. ‘Avangard’ terimi, SaintSimon yada Fourier’i izleyen Lavendant gibi sosyalist ütopyaları sanatla yaymayı amaçlayan teorisyenler ve eleştirmenlerce toplumun en ileri toplumsal eğilimlerini bildiren bir sanat fikri olarak ortaya atılır. Buna göre, sanatın öncülük misyonunu yerine getirip getirmediği ya da sanatçının gerçekten avangard olup olmadığı, insanlığın nereye gittiğine bakılarak anlaşılabilir. Bu süreçte sanat, ondan yaralanmayı amaçlayan siyaset erbabınca öylesine yüceltilir ki adeta seküler bir kült havasına bürünür. Ancak tüm bu ütopik girişimler 1848 Paris’inde devrimden oldukça umutlu olan işçilerin yaşadığı hayal kırıklığıyla sona erer. Sanatın ahlaktan ve faydadan ayrılamayacağını savlayan Baudelaire bu düş kırıklığının ardından radikal bir hamleyle “faydacılık sanatın en beter düşmanıdır.” diyecektir. 1848’deki düş kırıklığını ardından Baudelaire’ın uyandırdığı özerkleşme tutkusuna kapılan sanat ve edebiyat sadece geleneğinden değil, çağdaş ahlak, bilim ve siyaset söylemlerinden ve popüler kültürden kendini yalıtır. Yalıtmakla kalmaz, hepsine ve dile getirdikleri burjuva zihniyetine düşman olur. “İyi”,”doğru”, “güzel” artık onun sorunu değildir, tersine metropolün “kötü”, “sahte”, “çirkin” temsilleri üzerinden bir “karşıestetik” inşa eder. Sanat artık herhangi bir hakikati, değeri veya savı, doğayı veya tanrıyı temsil etmez, sadece kendisini temsil eder. Sanat hayattan kopmuştur. Kendine özgü bir iktidar peşindedir. Sanat, düşünsel özerkleşmesinin yanı sıra, toplumsal işbölümü içindeki sınırlarını yeniden tanımlar. Aristokrasiden kalma ilişkilerden ve klasist zanaat geleneğinden arınır. 1648’den itibaren sarayın ve kilisenin sanat üzerindeki egemenliğini yürüten Akademi, 19. yüzyılda artık gücünü ve işlevini yitirmiştir. Zamanla kamuya açık hale gelen Salon sergileri laçkalaşarak eski önemini yitirecektir. Kadim himaye sistemi yerini modern sanat piyasasına, salonlar galerilere, toplu/resmi sergiler de kişisel/özel sergilere terk etmektedir. Böylelikle sanat, modernist dönüşümüyle birlikte olabildiğince kurumsallaşmıştır. Avangard incelemelerinin çoğu aynı tarihsel şemayı izlemektedir: Avangardizm 1848 öncesinde Romantizm’in isyanıyla perdahlanır. Politik ve sanatsal ilericilik anlamında ‘avangard’ Courbet ile zirvesine erişir. Ancak “modern avangard” genellikle 1868’de Manet ile başlatılır. Bu çoğu düşünüre göre, avangardın ikinci evresi kabul edilir. Sanat ve edebiyatta topluma ve kendi kendine yabancılaşma, Manet ve çağdaşları sayılabilecek Baudelaire ve Flaubert’e özgüdür. Onlar için burjuva içinde varoluşları son derece sorunludur. Onları sadece mevcut toplumsal ve sanatsal kurumlardan yalıtmakla kalmaz, için için derin ikilemlere sürükler. 1920’lerdeki kırılma ise; ne başlangıçta olduğu gibi burjuvaya, ne 1848 öncesindeki gibi topluma yönlendirilmiş bir başkaldırıdır. Başkaldırının odağında sanatın kendisi yer almaktadır ve dolayısıyla onunla ilişkilendirilen tüm kurumlar aynı yıkımın bir parçası gibi görünmektedir. 1960 sonrasında ‘tarihsel avangard’ olarak nitelenen Dada ve Gerçeküstücülüğü referans alan pek çok sanatsal hareket ise ‘neo’ ya da ‘postavangard olarak anılmakta Öte yandan Avangardizm sıklıkla Modernizm ile ele alınır. Öyle ki modern sanat tarihi, avangardizm ve modernizmi, sosyal ve siyasal formasyonlardan arındırır ve formların tarihinden oluşan anlatılarına eklemler. Buna göre sürekli birbirini aşarak ilerleyen bir formlar tarihinden söz edilmektedir. Başlangıçta toplumun kat edeceği yolu ima eden avangard sanat; Manet sonrası dönemde formların güzergahını çağrıştırır. Bu dönemden başlayarak tarihçiler , sanatı hayattan, gerçeklikten, temsillerden ve retorikten arındırır. En başta da siyasetten söker. Peter Bürger’in iki dünya savaşı arasındaki süreçte beliren tarihsel avangardist oluşumlar olan Dada ve Sürrealizm’den sonraki avangardist hareketleri sorunlu bulmasının sebeplerinden biri de budur. Greenberg’in tasarladığı “modernist avangard”, topluma yabancılaşan sanatın kendi mecrasına kapandığı , “saf” ve “soyut” bir formalizmi öngörür. Oysa, avangard modernizmin öngördüğü özerkleşme/kurumsallaşma çizgisine meydan okur. Bu çizgiyi izleyen tarihleri, onlardaki zaman mantığını teşhir eder. Günümüzde avangard nedir ve ne anlama gelir? Günümüzdeki avangardist oluşumları değerlendirirken, üretim ilişkilerindeki radikal değişimleri ve sanat nesnesinin statüsünü belirleyen ekonomik alt yapıları da dikkatli bir biçimde gözden geçirmek gerekiyor. Geç kapitalist süreçte çokuluslu şirketlerin tüketim kültürünü doğrudan yönlendiren aygıtlar olarak, sanatın mübadele değerini de belirledikleri görülüyor. Bu da sanata bağlı iş kollarının, mesleklerin ve kurumların yeniden tarif edilmesini içermekte. Avangard’ın ömrünü iki dünya savaşı arasına konumlandıran Peter Bürger, bu dönem boyunca tarihsel avangardın düşlerini gerçekleştirmeyi başaramadığından ve sonunda savaştığı kurumlara yenik düştüğünden sözetmekte ve günümüzdeki avangard oluşumlarınsa sadece avangardın şoke etme, şaşırtma ve skandal yaratma tekniklerini kullandığını savlamaktadır. Dahası, sanatın mevcut toplum içerisinde hayat pratiğine dahil edilmesi iddiası, avangardist amaçların başarısızlığa uğramasından sonra artık ciddiyetle ortaya atılamaz. Bugün bir sanatçı bir soba borusunu sergiye gönderdiğinde, Duchamp’ın hazır nesnelerinin sahip olduğu isyan yoğunluğuna hiçbir şekilde ulaşamaz. Aksine, Duchamp’ın Pisuar’ı (müze ve sergi gibi özgül örgütlenme biçimleriyle birlikte) sanat kurumunun yıkımını hedeflerken, soba borusunu “bulan kişi” eser’inin müzeye girmesini talep eder. Böylelikle avangardist isyan tersine çevrilmiş olur. Bürger’e göre; daha kusursuz bir biçimde tasarlanıp gerçekleştirilseler bile, happening’ler, dadaist gösterilerin isyan değerine artık ulaşamamaktadırlar. Bunun nedenlerinden biri; avangardistlerin başvurduğu etki araçlarının şoke etme etkisini kaybetmesidir. 1960’lı yıllardaki avangardist çıkışların karakteristiklerinden belki de en önemlisi kurumsallaşmış sanata, müzelere ve galerilere, eleştirel akademik beğeni hiyerarşilerine, sanat eserlerinin sınırları çizilmiş teşhir nesneleri olarak kutsanmasına karşı başlattığı saldırıydı. Özerk, kurumsallaşmış sanata yönelik bu saldırı yeni değildi. Peter Bürger’in Avangard Kuramı ’nda dile getirdiği gibi bu saldırı Estetizm’i reddedişiyle 1920’li yılların tarihsel avangardıyla boy göstermişti. Bu bağlamda 1960’lı yıllarda Dada ve Gerçeküstücü hareketlere ve özellikle Marcel Duchamp’ın eserlerine duyulan ilginin yeniden canlanmış olduğuna dikkat çekmek gerekir.1960’lı yıllarda sanat ve gündelik hayat arasındaki engelleri ortadan kaldırmaya sanatın bir müzedeki üstnesne haline gelmesine direnmeye yönelik 1920’lerdekine benzer ve belki de daha aşırı girişimlere tanık olmaktayız.. Ne ki; neo avangardist sanatçıların antisanat girişimi, nesneleştirilmesi ve *Sansür**Sansür**Sansür**Sansür*laştırılması olanaksız geçici bir tecrübenin vurgulanması yoluyla süreğen bir sanat nesnesi nosyonunu reddetme girişimi bile bu sanatçıların eserlerinin fotoğrafları, filmleri, kitapları ve sergileri aracılığıyla kısa sürede sanat kurumlarına dönebilecek bir yol bulmuştur. Sharon Zukin, sanatın burjuvaziyi şoke etmek şöyle dursun, burjuvanın estetik vizyonu haline geldiğini ifade ediyordu. Bu durumun, ufku geniş yenilikçiler yerine bir uygulayıcılar kuşağının yükselmesine yol açtığını ve sanatın giderek daha seçkinci, daha “profesyonel” ve “demokratik” hale geldiğini ileri sürüyordu. Belki de buradaki demokrasi “paranın ve mübadele değerinin demokrasi”siydi. El değiştirir ve talep edilir olmanın seçkinci statüsüydü. Zukin, sanat piyasasının genişlemesine ve özellikle metropolitan merkezlerde ücret karşılığı çalışan sanatçıların ve sektörün yan kollarındaki mesleklerin sayısında artışa ilave olarak, sanatın büyük şirketler ve devlet tarafından bir halkla ilişkiler vasıtası olarak kullanılmasından söz ederken, sanatçının rolünün de radikal bir biçimde değiştiğini belirtmektedir. Bu süreçte beliren yeni sanatçı tipi eskisi gibi lanetli, asi, serkeş, hayalperest, anarşist değildir. Sanat işleriyle, sanat yönetimine ait işler birbirine karışır. Sanatçılar kurumların düşmanı değil, sorumluları olurlar, akademik mevkilere, sanat işletmelerindeki idari mevkilere kayarlar. Öte yandan kapitalizm ile birlikte kültürleşme sürecine dahil edilen *Sansür**Sansür**Sansür**Sansür*lar, kullanım değerinden çok estetik nitelikleriyle anılır hale gelmiştir. Bu doygunluk kültürel tartışmalara dalmış solculardansa, tüm kurumlarıyla sanatı yönetmeye talip olan kapitalistlerce tanımlanır. Sanat hiç olmadığı kadar güçlü bir tarzda yönetilir ve boyun eğmeye mahkum edilir. Eleştirel, sorgulayıcı, tartışmacı geleneği tüketilir. Foster, Huyssen gibi kuramcılar, avangardın günümüzde eylemleriyle olmasa da eleştirel kuram içinde ve radikal retorikte sürdüğünü ileri sürmektedirler. Habermas ise, neokonservatiflerin kapitalist modernizasyonu yoğunlaştırırken, kültürel modernizmi mahkum ettiklerini ifade eder. Böylece sanat, hayattan koparılmış, uzmanların yönettiği özerk alanlara hapsedilerek siyasetten arındırılmıştır. Günümüzde modernizmin açmazlarını sorgulayan ve nesnesiz sanat fikrinden hareket eden bir dizi oluşum, sanat pazarını yönlendiren dev şirketlerin hegemonyasına boyun eğmeye zorlanmakta ve bir kurum olarak sanatı ve sistemi eleştiren en ayrıksı uygulamalar bile sistem tarafından soğurulmaktadır. Doğrudan sistemin işleyişini sorgulayan Haacke gibi sanatçıların işleri bile patronlarca yüksek bedellere satın alınarak kültürleştirilme tuzağına boyun eğiyor. Avangard bir biçimde sözünü söyleyip aradan çekilmek zorunda kalan parodik bir eyleme dönüşmüş gibi. Avantgardizm politik bir tavrı mutlaka barındırır mı? Barındırmadığı durumda yine avangart denilebilir mi? Avangard, sanatın kurumsallaştırılmasına karşı bir saldırıdır. Özerkleşmenin terk edilerek, sanatın yeniden hayata sindirilmesi mücadelesidir. Gerçek hayata müdahale ederek, hayatın devrimci bir biçimde yeniden örgütlenişidir. Avangard, estetik hazlar yaratacak gösterişli nesneler aracılığıyla uzlaştırıcı bir işlev yüklenmekten ziyade, uzlaşıyı hepten reddeden, bilindik kalıpları, anlayışları aşındıran bir anlayışı temsil eder. Dolayısıyla avangard deneyim, nesne arzusuyla ilintili değil, nesneler ya da durumlar üzerinden sanatın bizzat kendisinin sorgulanmasıdır. Böylece hayatla yabancılaşan sanat da sorgulanır. Avangard, sanatı hayatla ilişkilendirirken, geçerli siyasi ahlaki tasavvurlar doğrultusunda bir angajmanı kabul etmez. Ütopyaların öngördüğü, toplumsal ilerlemenin öncülüğü gibi bir rolü üstlenmez. Sorun, sanatın toplumsal faydası (realizm) veya bunun reddedilmesi (estetizm); sanatın angaje veya özerk olması değil, sanatın ta kendisidir. Onun toplumsal işleyişi, kavrayışıdır. Avangardın birincil hedefi içinde yer aldığı sanat kurumunu yok etmektir. Çünkü sanatı hayata yasaklayan bu kurumdur. Sanat ancak bağlı olduğu kurumdan kurtularak özgürleşebilir. Bu devrimi yapabilmesinin yegane yolu ise siyasetin yedeğinde olması değil, bizzat kendisi siyasallaşarak yol almasıdır. Günümüzde ilerici olmasa da yenilikçi yaklaşımları avangard olarak niteleme eğilimi hakimdir. Gerçekte avangardist hareketlerle birlikte, farklı teknik ve stillerin bir arada varolduğu eşzamanlı bir görünüş ortaya çıktığı için, bu eşzamanlılıktan dolayı hiçbir sanatsal hareket bir diğerinden daha ileri bir hareket olduğunu iddia edemeyecektir . Doğrudan sisteme angaje olmuş ya da bir biçimde onu olumlayan hareketleri avangard olarak nitelemek yanlış bir kategorileştirme olsa da, bu yaygın kullanımın önüne geçmek de o denli güç. Kavram olarak avangard, günümüzde her türden öncü ve yenilikçi sanatsal önerme için kullanılmakta. Bu önermelerin pek çoğu politik bir dolayıma dayansa da, sanatı yöneten zihniyeti aşındıracak bir güce erişemiyor. Verili ve dolaşımda olan sanat anlayışının ihlali olarak avangard, kültür endrüstrisinin sınırları ve hegomanyası dikkate alındığında ne kadar, nasıl mümkündür ve sanatın kendisine ne katabilir? Kültür endüstrisinin sınırları ve hegemonyasından kaçış yolu yok gibi. ‘Yeni’olarak sunulan da sistemin zorunlu bir suretini ifade ediyor. *Sansür**Sansür**Sansür**Sansür* toplumu ancak üretilen mallar satıldığı takdirde varolabileceği için, alıcıları daima, ürünlerin yeniliğiyle cezp etmek gerekir. Adorno sanatın bu zorunluluğa boyun eğdiğini düşünür; bundan ötürü de toplumu yöneten yasaya ayak uydurmanın, o topluma karşı çıkma işareti olduğunu öne sürer. Sanatın kendi özüne yabancılaşmaması için, kendini sistemden ayrı bir noktada tanımlaması gerekir, ancak bu mümkün değilse, sistemin işleyişini kurcalayarak, ondaki arızaları göstermek gerekiyor. Bu sanatçının, kimi toplumsal ve kültürel bağlamlardan bağımsız *Sansür**Sansür**Sansür**Sansür*forlar üretmesi istemi değil, üretim aygıtlarının önüne geçilmesi güç bir işleyişle ilerlediği bir çağda, yine aynı aygıtları sistemin aleyhine kullanarak, toplumsalı daha güçlü ve içten kavrayarak dönüştürmenin bir yoludur. 20. yüzyılla birlikte avangardın öldüğü iddia edildi. Bu görüşe katılıyor musunuz? Bu soruya yukarıda uzun uzadıya değindim sanıyorum… Avangard Modernizm’le koşut değerlendirilirse, Modernizm sonrası ve Postmodernizm düşünüldüğünde “postavangart” tanımı yapılabilir mi? Birbirinden ayrıldıkları dönemsel koşullar itibariyle zaten böyle bir tanımlama var. Neo avangard hatta transavangard gibi adlandırmalar da kullanılmakta. Türkiye’de avangart duruşlardan söz edilebilir mi? Özellikle Türk resmi dahilinde avangard olarak nitelenebilecek yaşayan/yaşamayan isimler sizce kimdir? Türkiye’deki sanat ortamının biçimlenişine bakıldığında, dönem dönem Batı etkisinde farklı kırılmalar yaşandığı gözlenir. Ancak bu kırılmalar çoğu zaman Batı’nın tükettiği biçimsel yönelimlerin gecikmeli bir yinelemesi gibidir. Belki de bu yüzden yenilikçi pek çok hareket kendi önceli olan bir stil ve düşünsel bir arka plana yönelemez, onu dışlayamaz. Salt biçimsel bir ayrımlaşma olarak özümsenir. Ne ki, avangardın kendi içindeki evrimi, sanat kurumunu var eden ilişkilerin tümden yıkımına dayalıdır. Böylesi bir belleğin yokluğu bile avangardın sahici biçimde gerçekleşmesini engeller. Dolayısıyla avangardı coğrafi ve yerel bir olgu olarak değerlendirmek oldukça riskli. Ancak avangardı salt yenilikçi ve öncü bir girişim olarak ele alırsak, özellikle 1970 sonrasında Türkiye’de yenilikçi eğilimlere yönelen bir kuşaktan söz etmek mümkün. Bugün içinse pek çok genç sanatçı alternatif arayışlarıyla gündeme gelmekte. Üstelik bu isimlerden bazıları küresel dolaşıma bile çıkmış durumda. Ancak bu bağlamda, Türk avangardı ya da Türk avangardları deyimlerini biraz zorlama ve sıkıntılı bulduğumu belirtmem gerekiyor. Avangardın evrensel ölçekte bir pozisyon olduğunu düşünüyorum. Rıfat ŞAHİNER (Sanatçıakademisyen) alıntı