Tekil Mesaj gösterimi
Alt 30.10.08, 19:54   #5 (permalink)
Kullanıcı Profili
AnGeL
Delta Üye
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Aug 2008
Nerden: Konya
Mesajlar: 833
Konular: 724
Puan Grafiği
Rep Puanı:1364
Rep Gücü:0
RD:AnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud of
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 16
29 Mesajına 34 Kere Teşekkür Edlidi
:
Smile

Kralla kraliçe sınır boyuna yolculuğa çıkıyorlar; yazar da birlikte gidiyor; bu ülkeden ayrılışını bütün ayrıntılarıyla anlatıyor; İngiltere'ye dönüyor. İçimde her zaman güçlü bir duygu vardı: Bir gün gelecek, özgürlüğüme kavuşacaktım, ama bunun nasıl olacağını kestiremediğim gibi başarı umudu olabilecek bir plan da düşünmemiştim. Binmiş olduğum gemi, bu ülke kıyılarına yakın düşmüş olan ilk gemiydi ve kral başka bir gemi görülecek olursa, kıyıya çıkarılmasını, tayfaları ve yolcularıyla birlikte bir arabaya konarak Lobrulgrud'a getirilmesi için kesin bir buyruk çıkartmıştı. İstediği şey bana kendi boyumda bir kadın bulmak, böylece soyumun üremesini sağlamaktı; bense geride, kanaryalar gibi kafeslere konacak ya da bir süre sonra bu ülke soylularına ilginç şeyler olarak satılacak bir kuşak bırakma alçaklığını yapmaktansa ölmeye çoktan razıydım. Doğrusu burada bana çok iyi davranıyorlardı; yüce bir kralla kraliçenin gözdesiydim; bütün saray benden pek hoşlanıyordu; fakat insanlık onuruna hiç yakışmayacak bir durumdaydım; arkamda bıraktığım çoluk çocuğum bir an bile hatırımdan çıkmıyordu; kendileriyle eşit koşullar altında konuşabileceğim kimseler arasında bulunmak; bir kurbağa ya da köpek yavrusu gibi ezilip ölmek korkusu olmadan sokaklarda, kırlarda dolaşmak istiyordum. Kurtuluşum tam bu sırada, umduğumdan çok daha önce ve olağanüstü bir biçimde oldu; bunu, bütün ayrıntılarıyla olduğu gibi anlatacağım. İki yıldır bu ülkedeydim; üçüncü yılın başlarında, kralla kraliçe, ülkelerinin güney kıyılarına doğru bir yolculuğa çıktılar; Glumdalclitch'le ben de yanlarındaydık. Her zaman olduğu gibi, beni yine yukarıda betimlemiş olduğum, on iki ayak genişliğinde, rahat bir oda olan yolculuk kutumda taşıyorlardı. Ara sıra bir atlının, kutumu önüne koyarak taşımasını da istediğimden, sarsıntılardan fazla etkilenmemek için odamın tavanının dört köşesine ipekten ipler koydurmuş, bunlara bir branda bağlatmıştım; yolda çoğunlukla bu brandanın içinde uyurdum. Tavanda, brandamın tam üstünde, sıcaklarda uyurken hava girsin diye bir ayak karelik bir delik açtırmıştım. Yivler üzerine geçirilmiş bir tahta kapağı ileri geri götürerek bu deliği istediğim gibi açıp kapardım. Yolculuğumuzun sonuna gelince, kral hazretleri, kıyıdan on sekiz mil içeride, Flanfasnic kentindeki köşkünde birkaç gün kalmayı uygun buldular. Glumdalclitch'le ben çok yorulmuştuk; ben, biraz da soğuk almıştım; Glumdalclitch ise o kadar rahatsızdı ki, odasından dışarı çıkamadı, bir fırsat düşerse biricik kurtuluş yolum olacak denizi görmeye can atıyordum. Olduğumdan daha hasta görünerek, biraz deniz havası almama izin vermesini Glumdalclitch'den rica ettim; beni birkaç kez emanet ettikleri çok sevdiğim bir saray oğlanıyla gidecektim. Glumdalclitch'in ne büyük bir isteksizlikle razı olduğunu; oğlana bana dikkat etmesi için verdiği buyrukları ve başıma gelecek şey içine doğmuş gibi hüngür hüngür ağlamasını hiçbir zaman unutamayacağım. Oğlan, kutumu aldı ve kıyıdaki kayalıklara doğru, köşkten yürüyüşle yarım saat ötede bir yere götürdü. Kutumu yere bırakmasını buyurdum ve pencerelerimden birini kaldırarak, denize doğru büyük bir istek ve üzünçle baktım. Kendimi iyi duyumsamıyordum. Brandamda biraz uyumak istediğimi söyledim. Uyku belki iyi gelirdi. Yattım; oğlan da soğuk girmesin diye, penceremi sımsıkı kapadı; biraz sonra uyumuşum. Oğlanın bana bir şey olmayacağını düşünerek, kayalıklar arasına gidip kuş yumurtası aradığını sanıyorum: Onun yumurta aradığını ve kaya yarıkları arasında bir iki tane bularak aldığını daha önce de penceremden görmüştüm. Her neyse, odamın rahat rahat taşınması için tepesine bağlanmış olan halkanın çekilmesiyle birdenbire uyandım. Kutumun bir hayli yükseldiğini, sonra da büyük bir hızla ileri doğru hareket ettiğini duyumsadım. İlk sarsıntıyla, az kaldı brandamdan yere yuvarlanacaktım, ama sonra hareketimiz rahatlaştı. Avazım çıktığı kadar haykırdım; yararı olmadı; pencerelerime doğru baktım. Gök ve bulutlardan başka bir şey görünmüyordu. Tam başımın üstünde kanat çırpmasına benzer bir gürültü işittim; başıma gelen yıkımı anlamıştım. Bir kartal, gagasıyla halkadan yakalamıştı; amacı, kabuklu kaplumbağalara yaptığı gibi kutumu kayaların üzerine atmak, sonra da beni alarak yemekti. Bu hayvanların seziş ve koku alma yetenekleri öyle yüksektir ki, avlarını -hatta iki parmak kalınlığında tahtalar altında bulunan benden daha iyi gizlenmiş olsalar bile- çok uzaklardan kolayca bulabilirler. Bir süre sonra, kanat ses ve çırpmalarının hızla arttığını, kutumun da rüzgârlı günlerde yol işaret direkleri gibi aşağı yukarı sallandığını fark ettim. Kartala (halkayı gagasında tutan kuşun kartal olduğuna emindim) birkaç kez vurulduğunu işittim ve sonra birden bire yere doğru dikine düştüğümü duyumsadım; bu bir dakikadan biraz fazla sürdü; öyle hızlı iniyordum ki, az kalsın soluğum kesilecekti. Düşüşüm, kulaklarıma Niyagara Çağlayanı'ndan daha gürültülü gelen korkunç bir sesle durdu; bir dakika kadar karanlık oldu; sonra kutum yukarı çıkmaya başlayarak, pencerelerimin üstünden aydınlık gelinceye kadar yükseldi. Denize düştüğümü anlamıştım. Kutum, benim, eşyalarımın, üst ve alt köşelerindeki geniş sac levhaların ağırlığıyla, beş ayak kadar sulara gömülmüş durumda yüzüyordu. O zaman olduğu gibi, şimdi de sandığıma göre, kutumu kapıp kaçan kartalı, avını paylaşmak için başka iki üç kartal kovalamış; o da kendini bunlara karşı savunurken, beni bırakıvermişti. Kutumun dibine kaplanmış olan sac levhalar (en sağlamları da bunlardı) düşerken dengenin bozulmamasına yardım etmiş; kutumun, suya çarpınca parça parça olmasını önlemişti. Odamın ek yerleri çok iyi çakılmıştı; kapım da, menteşeler çevresinde dönmeyip, kasalı pencereler gibi indirilip kaldırılıyordu. Odam, böylece, öyle sıkı bir biçimde kapanmıştı ki, içeriye pek az su sızıyordu. Büyük zorluklarla brandamdan indim; fakat önce, içeri hava girmesi için çatı penceremi, kapağını çekerek açmıştım: çünkü, havasızlıktan boğulacak duruma gelmiştim. Bir saat içinde kendisinden bu kadar uzaklara düştüğüm sevgili Glumdalclitch'in yanında bulunmayı ne kadar istiyordum! Doğrusu, bu yıkım anında bile, zavallı dadıcığımın, beni yitirdiği için ne büyük acılar çekeceğini, kraliçenin öfkesini, kızcağızın bütün geleceğinin yıkıldığını düşünüyor, ona acımaktan kendimi alamıyordum. Benim, bu durumda uğradığım zorluklar ve geçirdiğim tehlikelerle karşılaşmış herhalde pek az gezgin vardır: her an kutumun parça parça olacağından, ilk çıkan şiddetli bir sağnak ya da yükselen bir dalgayla devrileceğinden korkuyordum. Pencere camlarından birinin kırılması ölüm demekti; bereket versin pencerelerimi, yolculukta olabilecek kazaları önlemek için dış yanlarına konmuş sağlam tel kafesler koruyordu. Birçok çatlaktan su sızmaya başlamıştı bile; ama bu yarıklar büyük olmadığından, elimden geldiği kadar tıkamaya çalışıyordum. Odamın damını kaldıramadım; yoksa onu kesinlikle açar, üstüne çıkarak, bu delikte tıkılı kalıp ölmektense, birkaç saat daha fazla yaşardım; bununla birlikte, bu tehlikeleri bir iki gün atlatsam bile, sonunda açlık ve soğuktan ölmekten başka ne umabilirdim! Her geçen anın ömrümün son anı olacağını düşünerek, hatta böyle olmasını dileyerek, dört saat bu durumda kaldım. Okuyucularıma önce de söylemiştim: odamın penceresi olmayan duvarının dış yanına iki sağlam halka takmışlardı; beni at üstünde taşıyan hizmetçi bunlara bir kayış geçirir, kayışı da beline bağlardı. Ben böyle umutsuz bir durumdayken, halkaların bulunduğu yandan gıcırtıya benzer bir ses duydum ya da duyar gibi oldum; ve biraz sonra, kutumun, çekildiğini ya da yedeğe alındığını sandım: çünkü, ara sıra bir sarsıntı oluyor, sular pencerelerimin tepesine kadar çıkıyor, beni hemen hemen karanlık içinde bırakıyordu. Nasıl olacağını pek kestirememekle birlikte, içimde kurtuluş umutları belirmeye başladı. Yere bağlı olan iskemlelerimden birini söktüm; ve büyük zorluklarla, biraz önce açmış olduğum tavan penceremin altına çekip üzerine çıktım. Ağzımı olabildiğince deliğe yaklaştırarak, avazım çıktığı kadar ve bildiğim her dilde, ''imdat'', diye bağırdım; sonra, mendilimi, çoğunlukla yanımda taşıdığım sopaya bağlayarak delikten dışarı çıkarıp salladım: böylece yakınlarda bir sandal ya da gemi varsa, denizciler kutumun içinde zavallı bir insanın kapalı olduğunu belki anlardı. Yaptıklarının bir yararı olmadı; ama, odamın su üzerinde ilerlediğinden artık kuşkum kalmamıştı. Biraz sonra, kutumun, halkaların bulunduğu, penceresi olmıyan yanı sert bir şeye çarptı; kaya olmasından korktum; şiddetli bir sarsıntı olmuştu; kulağıma, üstteki halkaya halat geçiriliyormuş gibi bir ses geldi; sonra, üç ayak kadar yukarı çekildiğimi duyumsadım. Bunun üzerine yine mendilimi delikten çıkardım ve sesim kısılıncaya kadar haykırdım. Yanıt olarak, biri üç kez bağırdı; o kadar sevindim ki bunu ancak böyle bir sevinç duymuş olanlar anlıyabilirler. Damda birinin gezindiğini ve delikten, İngilizce olarak, yüksek sesle: ''Aşağıda kimse varsa, yanıt versin!'' dediğini duydum. ''Talihsizliği yüzünden, hiçbir insanın uğramadığı yıkımlara uğramış bir İngiliz var!'' diye yanıt verdim ve beni bu zindandan kurtarması için yalvarıp yakardım. Hiçbir şeyden korkmamamı; kutumun gemilerine bağlı olduğunu ve marangozlarının, çıkabilmem için hemen tavanda bir delik açacağını söyledi. Yanıt olarak, buna gerek olmadığını, çok vakit alacağını; tayfalardan birinin parmağını halkaya geçirerek, kutumu denizden gemiye çıkarıp kaptanın kamarasına götürmesinin yeterli olacağını söyledim. Böyle saçma sapan konuştuğumu işitenlerden bazıları deli olduğumu sanmışlar, bazıları da gülmüşlerdi: çünkü artık kendi boyumda, kendi gücümde insanlar arasında olduğum aklıma bile gelmemişti. Marangoz, birkaç dakika içinde, dört ayak karelik bir delik açtı, aşağıya bir merdiven indirdi; ben de bu merdivenle çok bitkin bir durumda gemiye çıktım. Gemidekiler şaşkınlık içindeydiler; bir sürü soru sordular, fakat yanıt verecek durumda değildim. Ben de, karşımda bu kadar cüce görmekten şaşkına dönmüştüm: gözlerim, gerilerde bırakmış olduğum o koca şeylere alışmış olduğundan bütün gemicileri cüce sanmıştım. Çok iyi ve değerli bir adam olan kaptan, Shropshirelı Thomas Wilcock, ayakta duramayacak bir durumda olduğumu görünce, beni kamarasına götürdü, kendime gelmem için naneruhu vererek kendi yatağına yatırdı; biraz dinlenmemi öğütledi; buna, gerçekten gereksinimim vardı. Uyanmadan önce, kaptana, kutumda kaybolmaması gereken birkaç değerli eşyam, güzel bir brandayla bir sökülüp takılır karyola, iki iskemle, bir masa ve dolabım bulunduğunu; odamın bütün duvarlarının ipek ve pamukla kaplanmış olduğunu söyliyerek, tayfalardan birine buyurup kutumu kamarasına getirtmesini rica ettim; kutumu, önünde açacağımı, bütün eşyalarımı göstereceğimi de ekledim. Bu saçmaları işiten kaptan sayıkladığımı sandı; fakat (herhalde beni yatıştırmak için olacak)isteğimi yerine getireceğine söz vererek güverteye çıktı ve adamlarından birkaçını odama gönderdi. (Sonradan öğrendiğime göre) tayfalar bütün eşyalarımı çıkarmışlar, duvarlardaki pamuklu kaplamaları sökmüşlerdi; fakat dolap, karyola ve iskemlelerin yere çakılı olduklarını bilmediklerinden, bunları zorlayarak çıkarıp hırpalamışlardı; gemide kullanmak üzere birkaç tahta parçası da sökmüşlerdi. Böylece akıl ettikleri her şeyi aldıktan sonra, odamın iskeletini suya bırakmışlar, o da, dibinde ve yanlarında açılmış olan yarıklardan ötürü, denizin dibini boylamıştı. Tayfaların, böyle her şeyi kırıp döktüklerini görmediğim için gerçekten hoşnut olmuştum: böyle bir görünüm, unutmak istediğim birçok olayı canlandıracak ve eminim, beni fazlasıyla üzecekti. Birkaç saat uyudum; fakat bıraktığım ülke, geçirdiğim tehlikeler hep düşüme girmiş, beni rahatsız etmişti. Her neyse, uyandığım zaman epey kendime gelmiştim. Saat, akşamın sekiziydi; uzun zaman bir şey yememiş olduğumu düşünen kaptan, hemen akşam yemeğinin getirilmesini buyurdu. Artık öyle çılgın çılgın bakmadığımı, saçma sapan konuşmadığımı görünce epey ikram etti; yalnız kaldığımız zaman, kendisine yolculuklarımı anlatmamı, nasıl olup da o koca tahta sandık içinde, başıboş olarak denizlere bırakıldığımı öğrenmek istedi. Kaptan, öğleyin saat on ikide, dürbünle çevreye bakarken, uzaklarda kutumu görmüş ve bir yelkenli sanmış; gemisinde peksimeti azaldığı için, rotasının pek dışında olmayan kutuma yanaşıp peksimet satın almayı düşünmüş. Biraz yaklaşınca yanıldığını anlamış; ve gördüğü şeyin ne olduğunu öğrenmek üzere bir sandal göndermiş; adamları korku içinde geri gelmişler ve yüzen bir ev gördüklerini söyleyip yemin etmişler. Kaptan budalalıklarına gülmüş; tayfalarına, yanlarına sağlam bir halat almalarını buyurarak kendisi de sandala binmiş; hava dingin olduğundan çevremde birkaç kez dolaşmış; pencerelerimi, onları koruyan tel kafesleri., ve kutumun, ışık için hiçbir delik açılmamış, baştanbaşa tahtadan olan yanındaki iki halkayı görmüş. Tayfalarına sandalı yanaştırmalarını ve halatı halkalara geçirerek sandığımı (odama sandık diyordu) yedeğe alıp gemiye doğru çekmelerini buyurmuş. Geminin yanına gelince, tepedeki halkaya başka bir halat bağlamalarını, sandığı makaralarla yukarı çekmelerini söylemiş; fakat bütün tayfalar elbirliği ettiği halde, sandığımı iki üç ayaktan yukarıya kaldıramamışlar. Kaptan, delikten, ucuna mendil bağlı bir sopa çıktığını görünce, zavallı adamın içerde kapalı kalmış olduğu sonucuna vardıklarını da ekledi. Kaptana, beni ilk gördüğü zaman, kendisinin ya da tayfalarının, havada çok büyük kuşlar görüp görmediklerini sordum. Bunu, ben uyurken tayfalarıyla görüştüğünü; birinin, kuzeye doğru uçan üç kartal gördüğünü; fakat bunların sıradan kartallardan daha büyük olduklarını sanmadığını (tayfa, kuşlar çok yükseklerde uçtuklarından, herhalde boylarının farkına varamamıştı); bu soruyu niçin sorduğumu anlıyamadığını söyledi. Bunun üzerine kaptana, hesabına göre, karadan ne kadar uzakta bulunduğumuzu sordum. Saptayabildiğine göre, en aşağı yüz fersah uzakta olduğumuzu söyledi; hesaplarında yarı yarıya yanıldığını; çünkü bıraktığım ülkeden ayrılmamla denize düşmem arasında iki saatten fazla bir zaman geçmediğini anlattım. Kaptan yine aklımdan zorum olduğunu sandığını duyumsattı; ve bana ayırttığı bir kamarada biraz daha dinlenmemi öğütledi. Vermiş olduğu yemekler sayesinde ve yanında bulunmakla kendime geldiğime, aklımın tümüyle yerinde olduğuna güvence verdim. Bunun üzerine, ciddî bir tavır aldı ve açık konuşmak istediğini söyleyerek, büyük bir cinayet işlediğimi anlıyarak mı aklımı kaybettiğimi; ve başka ülkelerde büyük suçluları, su alan gemilere koyup hiçbir yiyecek vermeden denize saldıkları gibi, beni de mi, bir hükümdarın buyruğuyla bu sandığın içine koyduklarını sordu. Böyle kötü bir adamı gemisine almaktan hoşnut olmamakla birlikte, beni, ilk uğrayacağı limana sağ ve esen bırakacağına söz verdi. Önce tayfalarına, sonra da kendisine odam ya da sandığım üzerine söylediğim saçma sapan sözlerle, yemekteki hiç doğal olmayan durum ve davranışlarımın, bu yoldaki kuşkularını artırdığını da ekledi. Bunun üzerine, kaptana, başımdan geçenleri sabredip dinlemesini rica ederek, İngiltere'den ayrıldığım günden beni bulduğu ana kadar olup bitenleri olduğu gibi anlattım. Gerçek, akıllı kimseleri her zaman etkiler. Güçlü bir sağduyusu ve biraz bilgisi olan bu iyi yürekli, değerli adam, içtenliğime ve doğruluğuma hemen inandı. Ben de sözlerimi kanıtlamak için, kaptana, dolabımın getirilmesini buyurmasını rica ettim (tayfaların odamı nasıl söktüklerini daha önce söylemiştim); anahtarı cebimdeydi; dolabı, önünde açtım; ve çok garip bir biçimde kurtulmuş olduğum ülkede topladığım garip şeyleri gösterdim. Bunların içinde, kralın sakal kıllarıyla yaptığım tarak; yine aynı kıllardan, fakat sırtı kraliçe hazretlerinin bir tırnak kırpıntısı olan başka bir tarak; boyları bir ayaktan yarım yardaya kadar olan iğneler; orta boy demir çivi boyunda dört eşekarısı iğnesi; kraliçe hazretlerinin birkaç tel saçı ve bir gün serçe parmağından çıkararak tasma gibi boynuma geçirmek lûtfunda bulunduğu altın bir yüzük vardı. Bana gösterdiği nezakete bir karşılık olmak üzere bu yüzüğü kabul etmesini rica ettim; geri çevirdi. Sonra, buyruğundaki hanımlardan birinin ayağından elimle kestiğim bir nasırı gösterdim; ferik elması kadar büyüktü; o kadar katıydı ki, bunu, İngiltere'ye dönünce oyup fincan yaptım, gümüşten bir zarf içine koydum. Son olarak, o zaman giydiğim, fare derisinden yapılmış pantalonumu da görmesini rica ettim. Kaptana bir hizmetçinin dişinden başka bir şey kabul ettiremedim. Bunu, merakla incelediğini görmüş, beğendiğini anlamıştım. Teşekkürlerle aldı. Bu, teşekküre değecek bir şey değildi: bir gün, Glumdalclitch'in hizmetçilerinden birinin dişi ağrımış, beceriksiz bir cerrah, sapsağlam olan bu dişi yanlışlıkla çekivermişti. Ben de onu temizlemiş, dolabıma koymuştum. Bir ayak kadar boyu, dört parmak da eni vardı. Kaptan başıma gelenleri böyle yalın ve doğru olarak anlatışımdan çok hoşnut kalmıştı. Bunları, İngiltere'ye döndüğüm zaman yazıp yayınlayarak herkesin yararlanmasını sağlayacağımı umduğunu söyledi. Yanıt olarak, piyasada sürü sürü yolculuk kitapları bulunduğunu; benzersiz olmayan hiçbir şeyin artık sürümü olamayacağını; bu tür kitap yazanların da, gerçekten çok kendi çıkar ve kuruntularına uyduklarını, bilgisiz okuyucuları eğlendirmek istediklerini söyledim. Benim öykümde sıradan olaylardan başka bir şey olmadığı gibi; birçok yazarın yapıtlarında görülen garip bitki, ağaç, kuş ve başka hayvanların, vahşi budunların göreneklerinin ya da taptıkları şeylerin süslü süslü betimlemeleri de yoktu. Bununla birlikte, iyi niyetinden ötürü kendisine teşekkür ettim, ve bu sorunu düşüneceğimi söyledim. Kaptan niçin çok yüksek sesle konuştuğumu anlayamadığını söyleyerek, bıraktığım ülkedeki kral ve kraliçenin ağır mı işittiklerini sordu. İki yıldan fazla böyle konuşmaya alıştığımı kendisi ve tayfaları konuştukları zaman ben de şaşırdığımı; sesleri âdeta bir fısıltı gibi gelmekle birlikte, kendilerini adamakıllı işittiğimi söyledim. Bıraktığım ülkede, masa üzerinde ya da bir kimsenin avucunda olmadığım zamanlar birisiyle konuşurken, bunun âdeta sokakta bulunan biriyle bir çan kulesinin tepesinden bakan başka birinin konuşmaları gibi bir şey olduğunu anlattım. Bundan başka, gemiye ilk geldiğim zaman başka bir şeyin de dikkatimi çektiğini söyledim: tayfalar çevremi alınca, bunları, benzerine raslamadığım ufak, iğrenç yaratıklar sanmıştım. Çünkü, Brobdingnag Hükümdarının ülkesindeyken, gözlerim koca koca şeylere öyle alışmıştı ki, kendimi bunlarla ölçmem, ne kadar bayağı olduğumu göstereceğinden aynaya bakamaz olmuştum. Kaptan, yemekteyken, her şeye şaşkınlıkla baktığımı, gülmekten bir türlü kendimi alamadığımı fark ettiğini; bunu, aklımın bozuk olmasından başka neye vereceğini bilemediğini söyledi. Yanıtım şu oldu: hakkı vardı ama, tabaklarının birer metelik büyüklüğünde olduğunu; bardaklarının birer ceviz kabuğu gibi göründüğünü verdiği domuz budu parçasının da bir lokma bile tutmadığını görünce kendimi gülmekten nasıl alabilirdim (sözümü sürdürerek, bütün eşyalarını ve yiyeceklerini aynı biçimde betimledim); Kıraliçe, hizmetinde bulunduğum sırada, bana gerekecek her şeyi boyuma göre yaptırmıştı ama, aklım hep çevrede gördüğüm şeylerdeydi; ve herkesin kendi eksikliklerine olduğu gibi, ben de küçüklüğüme göz yummuştum. Kaptan şaka ettiğimi anladı; ve o da şakayla, bütün gün bir şey yemediğim halde, iştahımın pek yerinde olmadığını gördüğünü söyleyerek ''gözü karnından daha büyük'' diyen İngiliz atasözünü örnek getirdi. Yine şaka ederek, ''odanı kartalın gagasında görmek, sonra da, o kadar yükseklerden denize düşüşünü seyretmek için yüz lira verirdim'' dedi; bunun, herhalde, gelecek kuşaklara anlatılmaya değer bir görünüm olduğunu da ekledi. Bu durum, Phaeton'la karşılaştırmaya o kadar elverişliydi ki, kaptan bundan kendini alamadı; ama ben bu benzetişi pek beğenmedim. Kaptan Tonkin'den İngiltere'ye dönüyordu; kuzeybatıya doğru, kırk üç enlem, yüz kırk üç boylam derecesine sürüklenmişti. Ben gemiye bindikten iki gün sonra, mevsim rüzgârı çıkmış, uzun süre güneye doğru yol almak zorunda kalmıştık; sonra Yeni Holanda kıyıları boyunca giderek, rotamızı güney-batı-güneye çevirmiş; Umut Burnu'nu dolaşıncaya kadar da güney - güneybatı yönünü tutturmuştuk. Yolculuğumuz çok iyi geçti; bunu, ayrıntılarıyla anlatarak okuyucularımı sıkmak istemem. Kaptan bir iki limana uğradı; sandalını göndererek yiyecek ve içecek su aldı: ben gemiden çıkmadım. Sonunda, kurtuluşumun dokuzuncu ayında, 3 Haziran 1706 günü Downs'a vardık. Navlun karşılığı, eşyalarımı rehin olarak bırakmak istedimse de; kaptan bir metelik bile kabul edemeyeceğini söyledi. Birbirimizden dostça ayrıldık; kendisinden söz aldım: bir gün, beni Redriff'teki evimde ziyaret edecekti. Kaptanın ödünç verdiği beş şilingle bir beygir, bir de kılavuz kiraladım. Yolda, evlerin, ağaçların, duvarların ve halkın küçüklüğünü görerek, kendimi yine Lilliput'da sanmaya başladım. Rasladığım insanları çiğneyip ezmekten korkuyor, yolumdan çekilmeleri için bağırıyordum: bu küstahlığım yüzünden az kaldı başım belaya giriyordu. Sorup araştırdıktan sonra evimi buldum; hizmetçilerden biri kapıyı açtı; başımı çarpmayayım diye, tıpkı kazların yaptığı gibi, eğilerek girdim. Karım beni kucaklamak üzere koştu; ağzıma erişebilmesi için dizlerine kadar eğildim. Kızım, hayır duamı almak için diz çökmüştü; ben, başımı ve gözlerimi uzun zamandır, altmış ayak yükseklere çevrili tutmaya alışmış olduğumdan, onu ancak kalktığı zaman görebildim; sonra, belinden bir elimle kavrayarak kaldırmak bile istedim. Hizmetçileri ve evimde bulunan birkaç tanıdığı cüce, kendimi de dev sanıyordum. Karıma, çok tutumlu davranarak, kendisini ve kızını âdeta aç bırakmış olduğunu söyledim. Özetle, öyle garip şeyler yaptım ki, beni ilk gördüğü zaman deli sanan kaptan gibi, bunlar da aklımı kaçırmış olduğuma karar verdiler. Bütün bunları, alışkanlığın ve peşin yargıların ne büyük gücü olduğunu anlatmak için söylüyorum. Az zamanda, ailem ve dostlarımla anlaştık. Karım bir daha deniz yolculuğuna çıkmama razı olmayacağını söylüyordu. Fakat, kara talihimden olacak, zavallı kadın, okuyucularımın da görecekleri gibi, yola çıkmama engel olamadı. Her neyse, burada talihsiz yolculuklarımın ikinci bölümünü bitirmiş oluyorum.


Kitabı bilgisayarınıza indirmak için tıklayınız.
AnGeL isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla