Tekil Mesaj gösterimi
Alt 30.10.08, 19:45   #1 (permalink)
Kullanıcı Profili
AnGeL
Delta Üye
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Aug 2008
Nerden: Konya
Mesajlar: 833
Konular: 724
Puan Grafiği
Rep Puanı:1364
Rep Gücü:0
RD:AnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud ofAnGeL has much to be proud of
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 16
29 Mesajına 34 Kere Teşekkür Edlidi
:
Standart GULLIVER DEVLER ÜLKESİNDE- Brobdingnag'a Yolculuk

Brobdingnag'a Yolculuk


Büyük bir fırtına; karaya, su getirmek üzere sandal gönderiliyor; ülkeyi keşfetmek için yazar da birlikte gidiyor ve karada kalıyor. Yazarı yerlilerden biri yakalıyor; bir çiftçinin evine götürüyor; orada nasıl karşılanıyor; başına gelenler; yerlilerin betimlenmesi. Yaratılışım ve bahtım, beni hareketli, rahatı olmayan bir yaşama yargılamış olacak ki, ülkeme döndükten iki ay sonra gene yurdumdan ayrıldım. 1702 Haziranı'nın yirminci günü, Downs'ta, Adventure adlı bir gemiye bindim; kaptanı Cornwall'lı John Nicholas'tı; gemi, Surat'ya gidiyordu. Umut Burnu'na kadar rüzgâr çok uygun gitti; içecek su almak için karaya indik; fakat, gemide bir delik açılmış olduğunu görerek bütün malları boşalttık ve kışı burada geçirdik. Kaptanımız sıtmaya tutulduğundan Umut Burnu'ndan ancak mart sonunda ayrılabildik; Madagascar boğazından geçinceye kadar rahat bir yolculuk yaptık. Bu denizlerde aralık başından mayıs başına kadar kuzeybatıdan düzenli bir rüzgâr esermiş; fakat biz, 19 Nisan'da, Madagascar'ın kuzeyine, beş derece güney enlemine geldiğimizde, rüzgâr daha batıdan gelerek, daha şiddetle esmeye başladı; ve bizi, kaptanımızın 2 Mayıs'ta saptadığına göre, Molucca adalarının biraz doğusuna attı; sonra dindi. Her yan derin bir sessizlik içindeydi: hayli sevindim; fakat kaptanımız bu denizlerde çok dolaşmış deneyimli bir denizci olduğundan şiddetli bir fırtınaya hazır olmamızı söyledi; dediği gibi de ertesi gün güney musonu denen bir rüzgâr güneyden esmeye başladı. Rüzgârın şiddetinin artacağını anlayarak yan yelkeni sardık, pruva yelkenini de kapamaya hazırdık. Hava kötüleşince, toplarımızı sıkıca yerlerine bağladık ve mizana yelkenini topladık. Gemi açıklarda olduğundan, rüzgârı başa almaktansa, önünde sürüklenmeyi daha uygun bulduk. Pruva yelkenini camadana vurduk, iskotunu vira ettik; dümen, boca alabandaydı. Gemi iyi dayanıyordu; fırtına gerçekten çok şiddetlenmiş, dalgalar tehlikeli olmaya başlamıştı. Filasaya asılarak dümenciye yardım ettik; gabye direğini indirmedik; çünkü direk yerinde oldukça, karadan da uzakta olduğumuzdan, gemimiz daha iyi hareket ediyordu. Fırtına dinince, pruva ve mayistre yelkenlerini çektik; gemiyi faça ettik; sonra da mizana, gabye mayistre, gabye pruva yelkenlerini açtık. Rotamız doğu-kuzeydoğuydu: rüzgâr güneybatıdan esiyordu. İskele kontrasını çattık; rüzgârüstü brasya ve mantilyelerini çözdük; rüzgâraltı brasyalarını taktık ve burina halatlarını sıkıca çektik, bağladık; mizana kontrasını da rüzgârüstü ettik, ve elden geldiği kadar o durumda tutmaya çalıştık. Fırtınayı, batı-güneybatıdan esen bir rüzgâr izledi; kestirimime göre, beş yüz fersah kadar doğuya sürüklenmiştik; gemideki en yaşlı ve deneyimli denizciler bile nerede olduğumuzu bilmiyorlardı. Yiyeceğimiz iyi dayanmış, gemimize de bir şey olmamıştı; bütün tayfalar sapa sağlamdı; fakat en büyük sıkıntımız susuzluktu. Biraz daha kuzeye dönerek Tataristan'ın kuzeybatısına ve Buzdenizi'ne gitmek olasılığı karşısında, bulunduğumuz rotayı izlemenin daha iyi olacağını düşündük. 16 Haziran 1703 günü, gabye direği üzerindeki miço, karanın göründüğünü söyledi. 17 Haziran'da da, büyük bir ada ya da anakara (ada mı, anakara mı bilmiyorduk) karşımıza çıkıverdi. Güneyinde ufak bir çıkıntı ve bir koy vardı. Koy, yüz tondan büyük bir gemiyi barındıramayacak kadar sığ olduğundan, bir fersah açıkta demirledik. Kaptan, on iki kadar silahlı tayfayı sandalla karaya gönderdi; su bulurlarsa doldurmaları için birçok fıçı da vermişti; ben de tayfalarla birlikte gitmek için kaptanın iznini rica etmiştim: ülkeyi görmek, yeni şeyler bulmak istiyordum. Karaya çıkınca, ne bir dere ya da pınara, ne de bir insan izine rasladık. Bunun üzerine, tayfalarımız, içecek su aramak üzere kıyıda dolaşmaya koyuldular; ben de yalnız başıma içerlere doğru bir mil kadar ilerledim. Ülke kıraç ve kayalıktı; yorulmaya başlamıştım; merakımı giderecek bir şey de göremediğimden; yavaş yavaş koya doğru yürüdüm; deniz karşıma çıkınca, baktım tayfalar sandala binmiş, can havliyle küreklere sarılmış, gemiye doğru yol alıyorlar; hiçbir yararı olmayacağını bildiğim halde, arkalarından bağıracaktım; fakat birdenbire, dev gibi bir yaratığın, deniz içinde olanca hızıyla yürüyerek arkalarından gittiğini gördüm; su ancak dizlerine kadar geliyordu, olağanüstü uzun adımlar atıyordu. Fakat bereket versin, tayfalar yarım fersah kadar ilerlemişti; denizde de sivri kayalar vardı da, dev adam sandala yetişememişti. Bunu bana sonra söylediler; çünkü bu serüvenin sonunu beklemeye cesaret edememiş; olanca hızımla o önce gittiğim yana koşmuştum. Çok dik bir yokuştan çıktım; ve tepeden ülkenin bir parçasını görebildim: baştanbaşa ekiliydi; herhalde saman elde etmek için ekilmiş bu topraklarda, otların uzunluğu beni şaşkın bıraktı; her biri aşağı yukarı yirmi ayaktı. Buradan bir ana yola çıktım (ben, bunu anayol sanmıştım, oysa bura halkının arpa tarlalarını geçmek için kullandığı bir keçiyoluymuş); bir süre yürüdüm; fakat çevrede bir şey göremiyordum: hasat zamanı yakın olduğundan ekinler kırk ayağa kadar yükselmişti. Ancak bir saat gittikten sonra tarlanın kıyısına gelebildim; çevresi, hiç değilse yüz yirmi ayak boyunda bir çitle çevrilmişti; ağaçlar da o kadar yüksekti ki boylarını bir türlü hesaplayamadım. Bu tarladan yandakine geçmek için bir merdiven vardı; dört basamaklıydı, sonuncu basamağın üstünde de kocaman bir taş duruyordu. Buradan çıkamazdım; çünkü, basamaklar altı, üstteki taş da yirmi ayak yüksekliğindeydi. Çitte, geçebileceğim bir delik ararken, bu ülke halkından birini gördüm: merdivene doğru yürüyordu; biraz önce sandalı kovalayan adamın boyundaydı. Bir çan kulesi kadar uzun olup her adımda, kestirebildiğim kadarıyla, on yarda ilerliyordu. Çok kötü korkmuş ve şaşırmıştım; koştum, ekinlerin arasına gizlendim; ve oradan bu yaratığın merdivenin üzerine çıktığını gördüm; sağındaki tarlaya baktı; ses borularından birkaç derece daha gür bir sesle bağırdı; ses o kadar yüksekten geliyordu ki, gök gürlüyor sanmıştım. Bunun üzerine, kendi gibi yedi dev, ellerinde her biri bizimkilerin altı katı büyüklükte oraklarla yaklaştılar; bunlar, o kendilerini çağıran adam kadar iyi giyinmemişlerdi; herhalde hizmetçileri ya da işçileriydiler; çünkü onun birkaç sözü üzerine bulunduğum tarladaki ekinleri biçmeye başladılar. Onlardan elimden geldiği kadar uzaklaşmaya çalışıyordum; fakat, ekin saplarının arası ancak bir ayak olduğundan geçmek için büyük zorluklar çekiyordum. Her neyse, bir atılışla, ekinlerin rüzgâr ve yağmurla yere yatmış olduğu bir yere geldim; bir adım daha atmama olanak yoktu: saplar, birbirine öyle dolaşmıştı ki bir türlü aralarından geçemiyordum; yere düşmüş başakların püskülleri de öyle sağlam, öyle sivriydi ki, giysilerimi delip etlerime batıyordu; biçicilerin de, yüz yarda kadar arkamda olduklarnı gürültülerinden anladım... yorgunluk bütün cesaretimi kırmıştı; karamsarlık ve umutsuzluğa kapılmıştım: bir sapan yoluna uzandım; ömrümün burada sona ermesini yürekten diliyordum. Dul kalacak zavallı karım ve babasız yavrularım aklıma geldi; içim sızladı. Bütün dost ve akrabalarımın sözlerini dinlemeyerek ikinci kez yolculuğa çıkmakla göstermiş olduğum inat ve çılgınlığa pişman olmuştum. Endişeler içinde kıvranırken Lilliput'u düşünmekten kendimi alamadım: Lilliputlular beni bu dünyanın en büyük yaratığı saymışlardı; orada koca bir imparatorluk filosunu kolumun gücüyle çekebilmiş; ve o ülkenin tarihine geçecek, milyonlarca kişi tanık olduğu halde, gelecek kuşakların inanmakta güçlük çekeceği daha birçok şey yapmıştım. Bir Lilliputlunun bizim aramızda olacağı gibi, benim de bu ülkede önemsiz bir yaratık gibi görünmekten duyacağım utancı düşündüm; fakat bu, herhalde başıma gelecek kötülüklerin en az kötüsüydü; çünkü, insanlar, boyutları ölçüsünde vahşi ve kıyıcı olduklarına göre, bu koca vahşilerden biri beni yakalayacak olursa, kesinlikle bir lokmada yutardı. Her şeyin yalnızca görece büyük ya da küçük olabileceğini söyleyen filozoflar ne haklıdır! Yazgının cilvesiyle, Lilliputlular da kendilerine göre -kendilerinin bana küçüklüğü ölçüsünde- ufak insanların bulunduğu bir ülke bulabilirlerdi; dünyanın daha keşfedilmemiş bir bucağında da, bu dev soyunu alt edecek ölümlüler olup olmadığını kim biliyor? Korku ve şaşkınlık içinde olmakla birlikte, bu düşüncelere dalmaktan kendimi alamamıştım. Bu ara, orakçılardan biri yattığım yere on yarda kadar yaklaşmıştı; bir adım daha atsa, ya ayağının altında ezilecek ya da bir orak vurmasıyla ikiye bölünecektim. Tam adımını atacağı sırada, can havliyle avazım çıktığı kadar bağırdım. O koca yaratık duruverdi; bir süre aşağı doğru dört bir yana bakındı; ve sonunda beni yattığım yerde gördü. Tıpkı küçük, tehlikeli bir hayvanı, ısırmasına ya da tırmalamasına olanak vermeden yakalamak isteyen biri gibi, beni sakınganlıkla süzdü (İngiltere'de gelincik yakalamak için ben de böyle yapardım); sonra, baş ve işaret parmaklarıyla belimi arkadan kavradı; ve biçimimi görmek için beni gözlerine üç yarda kadar yaklaştırdı. Amacını anladım; talihin yardımıyla da akıl ettim, beni yerden altmış ayak yüksekte sımsıkı tutup yanlarımı acıtmakla birlikte, parmaklarından kayarım korkusuyla, hiç çırpınmamaya karar verdim. Yalnızca gözlerimi güneşe doğru kaldırıp ellerimi, yalvarır gibi, birbirine kavuşturdum; durumuma uygun, dokunaklı ve alçakgönüllü bir edayla birkaç sözcük söyledim. Çünkü, öldürmek istediğimiz küçük zararlı hayvanları yere çarptığımız gibi beni fırlatıp parça parça etmesinden korkuyordum. Talihim varmış: sesim ve işaretlerim hoşuna gitmiş gibiydi; beni merakla süzmeye başladı; ne dediğimi anlamamakla birlikte heceli sesler çıkarmama şaşırmıştı. Bense bu ara, inlemekten, yaşlar dökmekten kendimi alamıyor, başımı sürekli olarak yanlarıma doğru çevirerek parmaklarının baskısıyla, ne acılar duyduğumu elimden geldiği kadar anlatmaya çalışıyordum. Ne demek istediğimi galiba anladı; ceketinin eteğini kaldırarak beni yavaşça içine koydu ve hemen efendisine doğru koşmaya başladı. Efendisi, benim tarlada o ilk gördüğüm adamdı; zengin bir çiftçiydi. Hizmetçisinin, benim hakkımda dili döndüğü kadar söylediklerini dinledikten sonra, yerden sıradan bir baston boyunda küçük bir saman çöpü aldı; bununla arkamdaki ceketin eteklerini kaldırdı: galiba ceketimi doğanın vermiş olduğu bir örtü sanmıştı; yüzümü daha iyi görmek için de saçlarıma üfledi; hizmetçilerini yanına çağırarak (sonradan öğrendiğime göre) tarlada bana benzeyen daha başka yaratıklar görüp görmediklerini sordu. Sonra beni yavaşça dört ayak üstü yere bıraktı; fakat hemen kalktım; yavaş yavaş, aşağı yukarı yürümeye başladım: kaçmak niyetinde olmadığımı göstermek istiyordum. Devinimlerimi daha yakından görebilmek için hepsi çepeçevre oturdu; şapkamı çıkardım. çiftçiye dönerek saygıyla eğildim; sonra dize vardım; ellerimi ve gözlerimi havaya kaldırdım ve var gütümce bağırarak birkaç sözcük söyledim; cebimden altın dolu bir kese çıkararak büyük bir alçakgönüllülükle kendisine uzattım. Keseyi avucunun içine aldı; ne olduğunu anlamak için gözlerine yaklaştırdı; sonra, yeninden çıkardığı bir iğnenin ucuyla evirdi, çevirdi; ne olduğunu bir türlü kestiremedi. Elini yere koymasını işaret ettim; keseyi aldım, ağzını açarak içindeki bütün altınları avucuna boşalttım: dört pistolluk altı İspanyol altınıyla yirmi otuz tane daha ufak altın vardı. Çiftçi serçe parmağını diline götürerek ıslattı ve büyük altınlardan birini, sonra bir ikincisini aldı, baktı; fakat ne olduklarını bir türlü anlayamadığı görülüyordu. Altınları keseye, keseyi de cebime koymamı işaret etti; ben de alması için yine birkaç kez uzattıktan sonra kesemi cebime koymaktan başka bir çare bulamadım. Çiftçi, akıllı bir yaratık olduğuma artık inanmıştı. Bana birkaç kez bir şeyler söyledi; sesi, tıpkı su değirmenlerinin çıkardığı gürültü gibi, kulaklarımın içinde uğuldadı: ama sözcüklerin hecelerini ayırdedebiliyordum. Var gücümle bağırarak, bildiğim bütün dillerle kendisine yanıt verdim; kulağını bana iki yarda kadar yaklaştırmıştı; fakat yararı olmadı; bir türlü anlaşamadık. Çiftçi, hizmetçilerini işlerine gönderdi; sonra cebinden mendilini çıkararak iki kat yaptı, sol elinin içine yaydı; elini de, düz ve ayası yukarı olmak üzere yere koydu; içine girmemi işaret etti. Mendil bir ayak kadar kalın olduğundan bunu kolaylıkla yapabilirdim; boyuneğmek gerektiğini düşündüm; yere düşmeyeyim diye de mendilin içine boylu boyunca uzandım: çiftçi, beni daha fazla güvene almak için, mendilinin geri kalan kısmıyla, başımı dışarda bırakarak sardı, sarmaladı ve böylece evine götürdü. Orada karısını çağırırak beni gösterdi; kadın, tıpkı İngiltere'deki hanımların kurbağa ya da örümcek görünce irkildikleri gibi, bağırarak geri çekildi. Fakat nasıl davrandığımı, kocasının işaretlerine göre ne kadar iyi davrandığımı görünce bana alıştı ve gitgide artan bir sevgi beslemeye başladı. Öğle olmuştu. Bir hizmetçi yemeği getirdi; bu, bir çiftçinin sade yaşamına uygun bir et yemeğinden ibaretti ve yirmi dört ayak çapında bir tabak içindeydi. Aile halkı, çiftçi, karısı, üç çocuğu ve yaşlı bir büyük anne sofraya oturdular; çiftçi beni, masanın üzerine, kendinden biraz uzağa yerleştirmişti; masanın yüksekliği otuz ayaktı; büyük bir korku içindeydim; yere düşmeyeyim diye, kıyıdan elimden geldiği kadar uzakta kalmaya çalışıyordum. Çiftçinin karısı biraz et doğradı; ekmek ufaladı ve tahta bir çanak içinde önüme koydu; kendisine doğru saygıyla eğildikten sonra, cebimden çatal bıçağımı çıkardım, yemeye koyuldum; bu yaptığım pek hoşlarına gitmişti. Çiftçinin karısı hizmetçilerin birini göndererek ufak bir kadeh getirtti; içkiyle doldurdu: on beş litre kadar alıyordu. Epey zorluk çekerek kadehi iki elimle kaldırdım ve ev sahibi hanımın sağlığına büyük bir saygıyla içtim; gereken sözleri, avazım çıktığı kadar bağırarak İngilizce söylemiştim: ev halkı kahkahalarla öyle güldü ki, gürültüden az kaldı sağır olacaktım. İçki, hafif elma şarabı lezzetindeydi, oldukça hoştu. Ev sahibi çiftçi, tabağına yaklaşmamı işaret etti; masanın üstünde yürürken, iyi yürekli okuycularımın da kolaylıkla anlayacakları ve beni bağışlayacakları gibi, öyle bir şaşkınlık içindeydim ki, ayağım bir ekmek kabuğuna takılıverdi, yüzükoyun düştüm; fakat bir yerime bir şey olmadı. Hemen ayağa kalktım ve bu iyi adamların endişe ettiklerini görerek, nezaket yollu kolumun altında taşıdığım şapkamı aldım, başımın üstünde sallayarak üç kez selam verdim: düşmekle hiçbir zarar görmediğimi anlatmak istiyordum. Efendime (bundan böyle çiftçiye, efendim diyeceğim) doğru yürürken, yanında oturan en küçük ve en yaramaz oğlu, bacaklarımdan yakaladı ve beni öyle yükseklere kaldırdı ki, tir tir titremeye başladım; fakat babası beni hemen elinden kaptı ve kulak tozuna öyle bir tokat aşketti ki, bu tokatla bir Avrupa süvari birliğini yere serebilirdi; sonra çocuğun sofradan kaldırılmasını buyurdu. Fakat ben, çocuğun bana kin beslemesinden korkarak ve bizimkilerin serçe, tavşan, kedi, köpek gibi hayvanlara nasıl eziyet ettiklerini düşünerek diz çöktüm ve çocuğu göstererek, bağışlanmasını rica ettiğimi efendime elimden geldiği kadar anlatmaya çalıştım. Razı oldu; çocuk yine sofraya oturdu; ben de gittim, elini öptüm; efendim, oğlunun elini tutarak beni yavaş yavaş okşattı. Yemek ortasında hanımının en çok sevdiği kedisi kucağına atlamıştı. Ben on iki kadar çorap dokuyucusunun çıkarabileceği bir gürültü işitmiş, başımı çevirmiştim: meğer bu gürültü, hayvan hırıltısıymış. Hanımı, kediye yiyecek veriyor, sırtını okşuyordu; başını ve pençelerinden birini görerek bu hayvanın üç öküz büyüklüğünde olduğunu kestirdim. Masanın en uzak ucunda, ondan elli ayak ötede olduğum; hanım da, üzerime atılıp beni pençesiyle yakalamasın diye hayvanı sıkı sıkı tuttuğu halde, görünüşündeki dehşet içime korku veriyordu. Fakat çok geçmeden hiçbir tehlike olmadığını anladım: efendim, beni alıp kedinin üç yarda yakınına koyduğu halde hayvan aldırış bile etmedi. Vahşi hayvanlar, bir kimsenin kendilerinden kaçtığını ya da korktuğunu görürlerse, onu kovalar ya da ona saldırırlarmış; ben bunun doğru olduğunu da birçok kez denemiştim; onun için bu nazik anda hiçbir ürkeklik belirtisi göstermemeye karar verdim. Kedinin yanı başında, hiç yılmadan, beş aşağı beş yukarı dolaştım; hatta yarım yarda kadar yanına bile sokuldum. Kedi benden, benim ondan korktuğumdan daha fazla ürkerek sindi. Köpeklerden pek o kadar korkmuyordum; üç dört tanesi odaya girdi (çiftçilerin evlerinde böyle şeyler olağandır); içlerinde iri bir bekçi köpeğiyle bir tazı vardı. Bekçi köpeği dört fil kadar büyüktü; tazı, ondan daha boylu olmakla birlikte o kadar iri değildi. Yemek bitmek üzereyken, bir sütnine, kucağında bir yaşında bir çocukla içeri geldi. Çocuk beni görür görmez öyle bir yaygara kopardı ki, sesi Londra köprüsünden Chelsea'ye kadar giderdi. Bu yaygarayla, beni oyuncak olarak eline vermelerini istediğini anlatmaya çalışıyordu. Anası bunu hoşgördü, beni kaldırarak çocuğa uzattı; o da, hemen belimden yakalayarak başımı ağzına soktu. Öyle bağırdım, öyle bağırdım ki çocukcağızın ödü koptu, beni hemen bıraktı. Anası yetişip de önlüğünü uzatmasaydı kesinlikle yere düşecek, param parça olacaktım Sütnine çocuğu yatıştırmak için eline çıngırağını verdi; bu, çocuğun beline halatla asılı, içinde büyük taşlar bulunan oyuk bir kaptı. Fakat oyuncağında yararı olmadığını görünce, son çareye başvurdu, çocuğu emzirmeye koyuldu. Şunu söylemeliyim ki, beni, sütninenin o koca göğsü kadar ömrümde hiçbir şey iğrendirmemiştir. Bunun üzerine, İngiliz hanımlarının o güzel tenleri aklıma geldi. Bu hanımlar, bizimle aynı boyda olduklarından, ne kadar güzel görünürler! Eksiklikleriyse, ancak büyültücücü bir ayna ile ortaya çıkar. En düz ve en beyaz tenlere, büyültücü bir aynayla bakılacak olursa, bunların kaba ve kötü renkte olduklarını deneyimler de gösteriyor. Anımsıyorum, Lilliput'tayken, o küçücük yaratıkların tenleri bana olağanüstü güzel görünüyordu. Çok yakın dostum olan bir bilginle bu sorun üzerine konuşurken şunları söylemişti: bana, ben yerdeyken baktığında, yüzümü çok daha güzel ve düz buluyormuş; oysa kendisini elime aldığım zaman beni daha yakından gördüğünde, yüzüm, ilk bakışta son derece iğrençmiş; derimde büyük çukurlar varmış; sakalımın kökleri, domuz kıllarından on kat daha sert ve kalınmış; tenim de, göze hiç hoş gelmeyen birtakım renklerin karışmasıyla oluşmuş. Oysa, şunu söylememe okuyucularımın izin vermelerini isterim ki, rengim, ülkemin birçok erkeklerinin rengi gibi açıktı; tenimi de, yolculuklarıma karşın, güneş pek az yakmıştır. Öte yandan, dostum, imparatorun sarayındaki hanımlardan söz ederken, kiminin çilleri, kiminin büyük ağzı, bir başkasının büyük burnu olduğunu söylemişti; fakat ben bir şey fark edememiştim. Bütün bunların böyle aklıma gelmesi çok doğaldı; fakat okuyucularım, bu koca yaratıkların biçimsiz olduklarını sanmamalıdır; hele efendime altmış ayak yüksekten baktığım zaman, çiftçi olmasına karşın yüzünün bütün üyelerinin orantılı olduğunu görmüştüm. Yemek bitince, efendim odadan çıkıp işçilerin yanına gitti; sesinden ve işaretlerinden, karısına beni iyi korumasını sıkı sıkı tembih ettiğini anladım. Çok yorgundum; uykum gelmişti; hanımım farkına vardı, beni yatağının üzerine koydu; temiz, beyaz bir mendille üstümü örttü; bu mendil, savaş gemilerinin mayistre yelkeninden daha geniş, daha kabaydı. İki saat kadar uyudum; düşümde, karım ve çocuklarımla birlikte evimde olduğumu gördüm; fakat uyanıp da, kendimi iki-üç yüz yarda genişliğinde, iki yüz yardadan fazla yükseklikte koca bir odada ve yirmi yarda eninde bir yatakta bulunca, üzüntüm büsbütün arttı. Hanımım, ev işlerini görmek üzere yanımdan ayrılmış, odayı kilitlemişti. Yatağım, yerden sekiz yarda kadar yüksekti; bazı gereksinimlerimin zoruyla yataktan inmem gerekiyordu; fakat kimseyi çağırmaya kalkışmadım; çünkü ne kadar bağırsam yararı olmayacaktı: sesimin, yattığım odadan bir hayli uzakta olan ve ev halkının bulunduğu mutfağa kadar gidebilmesine olanak yoktu. Ben bu durumdayken, iki fare, perdelere tırmanarak yatağıma çıktılar; koklaya, koklaya aşağı yukarı koşuşmaya başladılar. Bir tanesi hemen hemen yüzümün yanına gelince, korkuyla yerimden fırladım, kendimi korumak için kılıcımı çektim. Bu korkunç hayvanlar bana iki yandan saldırmaya cüret ettiler; bir tanesi, ön ayaklarını boynuma bile uzattı; fakat bereket versin bana bir zararı dokunmadan karnını deştim; ayaklarıma yığılıverdi. Ötekisi, arkadaşının başına geleni görünce kaçmak istediyse de, ben daha önce davranarak sırtında koca bir yara açtım; hayvan, arkasından kan sıza sıza gözden kayboldu; Başarıyla biten bu serüvenden sonra, yatağın üzerinde aşağı yukarı gezinmeye başladım: biraz soluk almak, kendimi toplamak istiyordum. Fareler iri bir bekçi köpeği kadar büyüktü; fakat daha çevik, daha vahşiydiler; bereket versin yatarken kemerimi çıkarmamıştım; yoksa beni kesinlikle paramparça eder, yutuverirlerdi. Ölen farenin kuyruğunu ölçtüm, iki yardadan bir parmak eksikti; hâlâ kan sızmakta olan cesedini yatağın üzerinde sürüklerken midem bulandı; tümüyle ölmediğini anlayınca da, kılıcımla boynuna bir daha tüm gücümle vurup adamakıllı öldürdüm. Biraz sonra, hanımım geldi; beni al kan içinde görünce koştu, eline aldı. Gülümseyerek ve yaralı olmadığımı anlatmak için başka işaretler yaparak ölü fareyi gösterdim; son derece hoşnut oldu; hizmetçiyi çağırdı; fareyi bir maşayla tutturarak pencereden dışarı attırdı; sonra beni masanın üzerine koydu. Kana bulanmış kılıcımı gösterdim; ve ceketimin eteğiyle silerek kınına yerleştirdim. Görülecek işlerim vardı: bunları benden başka kimsenin yapmasına da olanak yoktu; onun için yere indirilmek istediğimi hanımıma anlatmaya çalıştım; yere inince de, kapıyı göstererek birkaç kez eğildim: utanıyordum, amacımı başka türlü anlatamazdım. Hanımım epey güçlük çektikten sonra ne yapmak istediğimi sonunda anladı; beni eline alarak bahçeye çıkardı; yere koydu. İki yüz yarda kadar ilerledikten sonra, hanımıma, bakmaması ve arkamdan gelmemesi için işaret ettim; iki kuzukulağı yaprağı arasına saklanarak işimi gördüm. İyi yürekli okuyucularım, bu ve buna benzer ayrıntılar üzerinde durduğumdan ötürü beni bağışlarlar sanırım; böyle şeyler bayağı zekâlara önemsiz görünebilir; fakat filozoflar, düşünce ve düşlem güçlerini genişletmek yolunda bu türlü ayrıntılardan yararlanacakları gibi, bunları gerek kendilerinin, gerekse herkesin yaşamına yararlı olacak bir biçimde de uygulayacaklardır; zaten benim de, yolculuklarımın bu ya da başka ayrıntılarını bütün dünyaya anlatmaktan amacım budur; onun için, doğruyu olduğu gibi göstermek başlıca ereğim olmuştur. Bilgiçlik taslamaktan, süslü bir deyiş kullanmaktan kaçındım; yolculuğumun bütün ayrıntıları kafamda öyle derin bir etki bıraktı, belleğime öyle güçle yerleşti ki, yazarken önemli hiçbir şey unutmadım. Bununla birlikte, taslaklarımı daha sıkı bir gözden geçirirken, az önemli görünen birçok yerini çıkardım; çünkü bazı gezginlerin belki pek de haksız olmayarak uğradıkları, can sıkmak, önemsiz şeylerle uğraşmak gibi eleştirileri göze almaktan çekindim.
AnGeL isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla