Konu
:
GULLIVER CÜCELER ÜLKESİNDE- Lilliput'a Yolculuk
Tekil Mesaj gösterimi
30.10.08, 19:34
#
2
(
permalink
)
Kullanıcı Profili
AnGeL
Delta Üye
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Aug 2008
Nerden: Konya
Mesajlar: 833
Konular: 724
Puan Grafiği
Rep Puanı:1364
Rep Gücü:0
RD:
Teşekkür
Ettiği Teşekkür: 16
29 Mesajına 34 Kere Teşekkür Edlidi
:
Tapınağın tam karşısında, caddenin öte yanında, yirmi ayak uzakta, en aşağı beş ayak yükseklikte bir kule vardı. İmparator beni seyretmek için adamlarının ileri gelenleriyle bu kuleye çıkmış; ama ben onları görememiştim. Sanıldığına göre yüz binden çok insan beni görmek için kentten çıkmıştı; yanımda korumanlar bulunmasına karşın, merdiven dayayıp üzerime çıkanların sayısının on binden aşağı olmadığını sanıyorum; fakat hemen bu gibi hareketleri ölüm cezasıyla yasaklayan bir karar çıkarılmıştı. İşçiler artık zincirleri koparıp kaçmamın olanağı olmadığını anlayınca, beni bağlayan ipleri kestiler; ömrümde benzerini duymadığım bir kederle ayağa kalktım. Kalktığımı ve yürüdüğümü gören halkın gürültü ve şaşkınlığını anlatmak olanaksızdır. Sol bacağımı köstekleyen zincirlerin uzunluğu iki yarda (6) kadardı ve yalnızca bir yarım çember içinde gidip gelmeme izin vermekle kalmıyor, kapının dört parmak kadar ötesine bağlı olduklarından, kapıdan emekleyerek girmeme, tapınakta boylu boyunca uzanmama da olanak veriyordu. II Lilliput İmparatoru birçok soyluyla birlikte, yazarı kapatıldığı yerde ziyaret ediyor. İmparatorun kendisinin ve giyiminin betimlenmesi. Yazara dillerini öğretmek için bilginler atanıyor. Yumuşak huylarından ötürü beğeni kazanıyor. Ceplerini arıyorlar; kılıcını, tabancalarını alıyorlar. Ayağa kalkınca çevreme baktım: ömrümde bu kadar hoş bir görünümle karşılaşmadığımı söylemeliyim. Kırlar hiçbir kesintisi olmayan bir bahçe gibi görünüyor; genellikle kırk ayak kare olan, çitle çevrili tarlalar da çiçek tarhlarına benziyordu. Bu tarlaların arasına yirmi yarda karelik korular karışıyordu; en yüksek ağaçlar, tahminime göre yedi ayak boyundaydı. Sol yanıma düşen kente baktım: şanolara çizilen kent resimlerini andırıyordu. Bu arada İmparator kuleden inmişti, at üstünde bana doğru geliyordu. Bu yaptığı ona az kalsın pahalıya mal olacaktı: bineği çok iyi eğitilmiş olmakla birlikte, bana benzer bir şey görmeye alışmamıştı; ona, yürüyen bir dağ gibi görünmüş olmalıyım; şahlandı; fakat çok usta bir binici olan hükümdar, adamları yetişip dizginleri tutuncaya kadar, üzengilerin üstünde sıkı sıkı tutundu ve sonra indi. Her yanımı büyük bir hayranlıkla gözden geçirdi, fakat zincirim uzunluğunca benden uzak durdu. Aşçı ve kilercilerine, yiyecek içecek vermelerini buyurdu; bunlar zaten hazırlıklıydı; tekerlekler üzerine oturtulmuş büyük kapları erişebileceğim bir yere kadar ittiler. Bunları aldım ve hepsini hemen boşaltıverdim: yirmisi et, onu da içkiyle doluydu; etle dolu olanlardan her biri iki üç lokmadan fazla tutmadı; on toprak testide olan içkiyi de bir kabın içine doldurdum, bir yudumda içiverdim ve böylece sürdürdüm. İmparatorun eşleri, kral soyundan genç prens ve prensesler, yanlarında birçok kibar bayanla birlikte, biraz ötede, tahtırevanlarında oturuyorlardı; İmparatorun atının geçirdiği kazadan sonra indiler, yanına geldiler. Şimdi size İmparatoru betimleyeceğim. İmparator, saray ileri gelenlerinin hepsinden bir tırnak daha boyluydu: bu durum ona bakanlara korku saçmak için yetmektedir. Yüzünün çizgileri güçlü ve erkekçe; dudakları kalın; burnu, kartal gagası biçimindeydi. Teni zeytin renginde; duruşu dik; vücudu, kolu bacağı orantılı; davranışları zarif; duruşu ve tavrı görkemliydi. O zaman, gençliğinin ilk çağını geçmişti; yirmi yedi üç çeyrek yaşındaydı; yedi yıl mutluluk içinde, savaşlarda, genellikle utku kazanarak saltanat sürmüştü. Kendisini daha rahat görebilmek için yan yatmıştım; yüzüm, yüzünün tam karşısındaydı; aramızda da üç yarda kadar bir şey vardı. O günden beri İmparatoru birçok kez avucumun içine aldığımdan, yaptığım betimlemede yanılmış olmama olanak yoktur. Giysisi düz ve yalındı; yarı Avrupa, yarı Asya biçiminde dikilmişti; başında, mücevher kakmalı, tepesi sorguçlu, altından hafif bir miğfer vardı; elinde de zincirlerimi koparıp serbest kaldığım takdirde kendini korumak için, bir yalın kılıç tutuyordu: kılıç, hemen hemen üç parmak uzunluğundaydı, kabzası ve kını altındandı ve mücevherlerle süslüydü. İmparatorun sesi ince olmakla birlikte çok açıktı; ayakta olduğum vakit bile iyice işitebiliyordum. Bayanlar ve saray ileri gelenlerı olağanüstü iyi giyinmişlerdi; durdukları yere, sanki altın ve gümüş sırmalı biçimlerle işlenmiş bir eteklik serilmişti. İmparator Hazretleri benimle birçok kez konuştu; ben de yanıt verdim, ama bir türlü anlaşamadık. Yanında (giyinişlerinden çıkardığıma göre) rahipler ve hukukçular vardı; İmparator benimle konuşmalarını buyurdu; ben de, onlarla, geveleyebildiğim her dilde, Felemenkçe, Latince, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca ve Lingua Franca (7) ile konuştum; hiç yararı olmadı. İki saat kadar sonra saray ileri gelenlerı çekildi. Beni elden geldiği kadar yakından görmek üzere çevreme toplanmak isteyen halkın herhangi bir saçmalık ya da muziplik yapmasını önlemek için yanımda güçlü bir koruman birliği bırakmışlardı. Bazı kimseler, evimin kapısında otururken, bana ok atmak küstahlığında bile bulundular; hatta oklardan birisi az kalsın sol gözümü kör ediyordu. Bunun üzerine kıtanın albayı, elebaşılarından altısını yakalattı ve bunları, bağlı olarak elime teslimden daha uygun bir ceza olamayacağını düşündü. Askerler mızraklarının kör uçlarıyla onları bana doğru ittiler; erişebileceğim bir yere geldikleri zaman hepsini sağ elimle yakaladım; beşini ceketimin cebine koydum; altıncıya gelince, bunu diri diri yiyecekmişim gibi yaptım: adamcağız cıyak cıyak bağırmaya başladı. Albay ve subaylar, hele cebimden çakımı çıkardığımı görünce, büyük bir endişeye düştüler. Fakat korkularını çabucak giderdim: tatlı tatlı bakarak, adamcağızın bağlı olduğu ipleri hemen kestim; sonra kendisini yavaşça yere bıraktım; o da, kaçıp gitti. Ötekileri de birer birer cebimden çıkardım, aynı biçimde serbest bıraktım. Acıma duygumu gösteren bu davranışım, askerleri de, halkı da son derece hoşnut etmişti; bu olay, sonra sarayda duyulmuş, benden yana iyi bir etki yapmıştı. Geceye doğru biraz güçlükle evime girdim; yere uzandım; on beş gün kadar böyle yerde yattım. Bu arada İmparatar bana bir döşek yapılmasını buyurmuştu. Arabalarla, burada herkesin kullandığı boyda altı yüz döşek getirdiler ve evimde, bunlardan bana bir yatak yaptılar. Yatağı yapabilmek için, ufak döşekleri dörder dörder birbirlerine eklemişlerdi; fakat bu beni cilalı taştan olan yerin sertliğinden pek o kadar koruyamadı. Aynı düşünceyle, benim gibi uzun zamandır sıkıntı çekmeye alışmış biri için hiç de kötü olmayan çarşaf, battaniye ve örtü sağladılar. Gelişimin haberi bütün ülkede yayılınca, sürü sürü zengin, aylak ve meraklı beni görmeye koşmuştu; öyle ki, köyler hemen hemen boşalmıştı; toprak ve ev işleri geri kalacaktı. Fakat İmparator, bu sakıncayı önlemek için kararlar ve buyruklar yayımlayarak önlem almıştı. Verilen yönergeye göre beni görmüş olanlar hemen evlerine dönecek ve saraydan izin almadan evimin elli yardadan daha yakınına sokulmayacaklardı. Bu izinler sayesinde devlet yazmanları bir hayli para kazandılar. Bütün bunlar olup biterken İmparator, birçok kez meclisini toplamış, beni ne yapacakları konusunda görüşmeler olmuştu. Sonradan, devlet sırlarını bilir sayılan, yüksek kişilikli, yakın bir dostumun söylediğine göre saray benim yüzümden büyük zorluklar içindeymiş. Zincirlerimi kırıp serbest kalmamdan, beni beslemenin çok pahalıya gelip bir kıtlığa neden olabileceğinden korkuyorlarmış. Bir ara, beni aç bırakarak ya da hiç olmazsa, yüzüme, ellerime zehirli oklar atarak öldürmeye karar vermişler; fakat sonra, bu kadar büyük bir cesedin yayacağı kokuyla başkentte veba çıkabileceğini, bütün ülkeye yayılabileceğini düşünmüşler. Görüşmeler böylece sürüp giderken, ordudan birkaç subay Meclisin kapısına gelmişler; bunlardan ikisi içeri kabul edilmiş; yukarıda sözünü ettiğim o altı suçluya nasıl davrandığımı anlatmışlar; bu, İmparator Hazretlerinin yüreğinde ve bütün mecliste benden yana öyle uygun bir etki yapmış ki, hemen bir buyruk çıkarılmış. Bu buyruğa göre başkentten dokuz yüz yardalık bir çevre içinde bulunan bütün köyler, her sabah altı öküz, kırk koyun ve beni besleyecek daha başka yiyeceklerle bunlarla orantılı ekmek, şarap ve içki göndermeye zorunlu tutuluyorlardı. Bu yiyecek ve içeceklerin bedellerinin ödenmesi için İmparator Hazretleri hazinesinde bir bölüm açıyordu. Bu hükümdar, genellikle kendi arazi ve mülkünün geliriyle geçiniyor; halktan ancak olağanüstü durumlarda vergi alıyor; kendisiyle birlikte savaşa gitmek zorunluluğunda olanlar kendi giderlerini kendileri karşılıyorlardı. Hizmetime altı yüz kişi ayrılmıştı; bunlara yiyecekleri karşılığı aylık veriliyordu; oturmaları için de evimin sokak kapısının her iki yanında çadırlar kurulmuştu. Üç yüz terzi bana ülke modasına göre giysi dikecek; İmparator Hazretlerinin en ünlü bilginleri bana dillerini öğretecekler; İmparatorun ve soyluların atları, koruman birlikleri, hayvanların bana alışmaları için önümde sık sık talim yapacaklardı. Bütün bu buyruklar yerine getirildi. Üç hafta içinde, ülkenin dilinde epey ilerledim; İmparator beni ziyaretleriyle sık sık onurlandırıyor, hatta dil öğretmenlerime yardım ederek bana ders vermek lütfunda da bulunuyordu. Kendisiyle şöyle böyle konuşmaya başlamıştım bile. Lütfedip beni serbest bırakmasını rica ettiğimi anlatmak için gereken sözcükleri ilk olarak öğrenmiştim; bunları, her gün dize gelerek yinelerdim. İmparatorun yanıtı korktuğum gibiydi: bu zamanla olacak bir şeydi; meclise danışmadan böyle bir şeyi düşünemezdi bile; önce Lumos kelmin pesso desmar lon emposo, yani kendisine ve ülkesine zarar vermeyeceğime ant içmem gerekiyordu; fakat bana çok iyi davranılacaktı; sabretmem, uygun hareketlerimle kendisinin ve uyruklarının güvenini kazanmam çok yararlı olacaktı. İmparator Hazretleri sözünü sürdürerek, atayacağı görevlilere üstümü başımı aramalarını buyurduğunda, bunu kötü karşılamamamı istediğini söyledi; çünkü üzerimde silah bulunabilirdi; bu silahlar da, benim gibi korkunç bir kimsenin iriliğine uyuyorsa, her durumda çok tehlikeli şeylerdi. İmparator Hazretlerinin isteğini yerine getireceğimi, giysilerimi çıkarmaya, ceplerimi önünde boşaltmaya hazır olduğumu söyledim. Bunları kâh sözcükler, kâh işaretlerle anlatmıştım. Yanıtı şu oldu: ülkenin yasalarına göre iki görevlinin üstümü araması gerekiyordu; onayım ve yardımım olmadan böyle bir işin yapılamayacağını biliyordu; fakat iyi yüreklilik ve doğruluğum hakkında öyle iyi düşünceler besliyordu ki, iki görevliyi elime emanet etmekten çekinmeyecekti; hem sonra, benden alınan her şey ülkelerinden ayrılırken geri verilecek ya da biçeceğim değer üzerinden bedelleri ödenecekti. İki görevliyi ellerime aldım; önce ceketimin cebine, sonra sırayla bütün öteki ceplerime soktum; kendimden başka kimseye yararı olmayacağını sandığım ufak tefek birkaç şey bulunan bir gizli ceple iki küçük pantolon cebimi aratmak niyetinde değildim. Bu küçük ceplerin birinde gümüş saatim; ötekinde, içinde birkaç altın olan kesem vardı. Memurlar kâğıt ve hokka kalem getirmişlerdi; gördükleri her şeyin tam bir çizelgesini yaptılar. İşlerini bitirince, çizelgeyi İmparatora sunmak üzere, kendilerini yavaşça yere bırakmamı rica ettiler. Bu çizelgeyi ben sonra İngilizceye çevirdim; çevirisi, sözcüğü sözcüğüne şöyledir: Önce, inceden inceye araştırıldıkta, Dağ Adam'ın (Quinbus Flestrin sözcüklerini böyle çeviriyorum) ceketinin sağ cebinde, kaba bir kumaş parçasından başka bir şey bulamadık; bu, İmparator Hazretlerinin en büyük kabul salonunu kaplayabilecek büyüklükteydi. Sol cebinde, kendi ve kapağı gümüşten kocaman bir sandık gördük; araştırmayla görevli olan bizler bunu kaldıramadık; Dağ Adam'dan kapağı açmasını rica ettik; birimiz sandığın içine girince, dizlerine kadar bir toz içine battı; bazı toz parçaları yüzümüze sıçradı; ikimizi de uzun uzun aksırttı. Yeleğinin sağ cebinde, birbiri üzerine katlanmış, üç insan büyüklüğünde, ince beyaz şeylerden yapılmış koca bir paket gördük; sağlam bir halata bağlanmış, siyah biçimlerle işaretlenmişti. Bu biçimlerin, harfleri hemen hemen ellerimizin yarısı kadar büyük birtakım yazılar olduğu kanısındayız. Sol cepte alet gibi bir şey vardı; bir yanından, İmparator Hazretlerinin saraylarının çevresindeki parmaklıklara benzeyen yirmi tane kazık çıkıyordu; bizi çok güçlükle anladığı için, Dağ Adam'ı sorularımızla üzmek istemedik ama, bu aletle saçlarını taradığını sanıyoruz. Orta örtüsünün (ranfu-lo sözcüğünü böyle çeviriyorum; pantolonumu söylemek istiyorlardı); sağ yanındaki büyük cepte, içi oyuk, demirden bir direk gördük; bir insan uzunluğundaydı; ucuna, direkten daha büyük, sağlam bir odun parçası ekliydi; demir direğin bir yanında, garip biçimlerde kesilmiş, büyük demir parçalar vardı: ne olduklarını bir türlü kestiremedik. Sol cepte de bunun gibi bir alet bulduk. Sağ yanda, daha büyük bir cepte, yassı, yuvarlak, beyaz ve kırmızı, irili ufaklı birçok maden parçaları bulundu; gümüşe benzeyen beyaz parçalar o kadar iri ve ağırdı ki, arkadaşımla birlikte güçlükle kaldırabildik. Sol cepte iki siyah direk vardı; düz değillerdi; cebin dibinde olduğumuzdan bu direklerin tepesine kolaylıkla çıkamazdık; birinin üstü örtülüydü, yekpare olduğu anlaşılıyordu; ötekinin üst ucunda, iki baş büyüklüğünde, yuvarlak beyaz bir şey görünüyordu. Direklerin her ikisinin de içine kocaman çelik parçalar konmuştu. Aldığımız buyruğa göre davranarak, Dağ Adam'ı bunları bize göstermeye zorladık; tehlikeli aletler olmaları olasılığından korkuyorduk. O da, bunları kutularından çıkardı; birini, ülkesinde, sakalını traş etmek, ötekini de ekmeğini kesmek için kullandığını söyledi. İki küçük cebi daha vardı, ama bunların içine giremedik; orta örtüsünün üst yanında açılmış iki büyük yarık biçimindeydiler; karnının baskısı bunları iyice germişti. Sağ yandakinden büyük bir gümüş zincir sarkıyordu; cebin içindeki ucunda olağanüstü bir alet vardı: çıkarmasını istedik; bu, yarısı gümüş, yarısı da saydam olduğunu sonradan anladığımız bir madenden yapılmış bir küreye benziyordu: bir yüzünde çepeçevre çizilmiş garip biçimler görmüş, bunlara dokunabileceğimizi sanmıştık, fakat parmaklarımız bu saydam nesneye dayanıp kalmıştı. Dağ Adam, aleti kulaklarımıza dayadı: su değirmeni gibi sürekli bir gürültü çıkarıyordu. Bunun, ya bilmediğimiz bir hayvan veya Dağ Adam'ın taptığı Tanrı olduğunu tahmin ettik; fakat, düşüncemize göre, Tanrı olması olasılığı daha güçlüdür: çünkü, Dağ Adam'ın bize söylediğine bakılırsa ( dilimizi çok kötü konuştuğundan kendisini yanlış anlamış olabileceğimizi de belirtmeliyiz ) buna danışmadan hemen hiçbir şey yapmazmış; buna kendisinin Tanrı sözcüsü dediğini, her işini onun göstereceği zamana göre yaptığını söyledi. Sol küçük cebinden, bir balıkçıya yetecek büyüklükte bir ağ çıkardı; bir kese gibi açılıp kapanabiliyordu; o da bunu zaten para kesesi olarak kullanıyormuş; içinde kalın, sarı maden parçaları bulduk; bunlar gerçek altınsa değerleri çok fazladır. İmparator Hazretlerimizin buyruklarına uyarak, Dağ Adam'ın bütün ceplerini böyle dikkatle araştırdıktan sonra, belinde, kocaman bir hayvanın derisinden yapılmış bir kuşak gördük; sol yanına beş adam boyunda bir kılıç asılıydı; sağ yanındaysa, içi iki bölüme ayrılmış bir torba veya kese takılıydı; bu bölümlerden her biri İmparator Hazretlerimizin uyruklarından üçünü içine alabilirdi. Birinin içinde, çok ağır bir madenden yapılmış küreler ve yuvarlaklar vardı; her biri başlarımız kadar iri ve ancak güçlü bir adamın kaldırabileceği ağırlıktaydı. Öteki bölümün içinde, bir yığın siyah tanecikler vardı; ama bunlar, ötekiler kadar ne ağır, ne de büyüktü: elliden fazlasını avucumuza alabiliyorduk. Bu, Dağ Adam'ın üzerinde bulduklarımızın tam bir çizelgesidir. Dağ Adam, İmparator Hazretlerimizin buyruklarına gereken saygıyı göstererek, bize büyük bir nezaketle davrandı. İmparator Hazretlerimizin mutlu dönemlerinin seksen dokuzuncu ayının dördüncü günü imzalanmış, mühürlenmiştir. CLEFREN FRELOCK MARSI FRELOCK Çizelge önünde okununca, İmparator, bu eşyayı teslim etmemi nazik bir biçimde buyurdu. Önce palamı istedi; kınıyla birlikte kuşağımdan çıkardım. O sırada yanında bulunan en seçme askerlerinden üç bin kişiye, çevremi sarmalarını, yay ve oklarını her an hazır bulundurmalarını buyurmuştu; fakat ben bunun farkına varmamıştım, gözlerimi İmparatordan ayırmıyordum. İmparator Hazretleri palamı kınından çıkarmamı buyurdular: deniz suyuyla ıslanarak biraz paslanmış idiyse de, büyük bir kısmı hâlâ pırıl pırıl parlıyordu. Bunu görünce, bütün askerler korku ve şaşkınlık arası bağrışmaya başladılar; çünkü güneş çok parlaktı; ben de palamı sağa sola salladığımdan yansıyan ışık gözleri kamaştırıyordu. Çok yüksek ruhlu bir hükümdar olan İmparator Hazretleri, umduğum kadar yılmadı; palamı yeniden kınına koymamı ve yavaşça, zincirlerimden altı ayak kadar öteye atmamı buyurdu. Bundan sonra görmek istediği şey, içi oyuk demir delikler, yani tabancalarım oldu. Bunları da çıkardım ve isteği üzerine, nasıl kullanıldıklarını elimden geldiği kadar anlatmaya çalıştım; bir tanesini yalnızca barutla doldurarak (bereket versin, kesem çok sıkı olduğundan barut denize girmekle ıslanmamıştı: zaten ihtiyatlı denizciler böyle bir sakıncayı önlemek için önlem almaya özellikle dikkat ederler) İmparator Hazretlerinin ürkmemelerini söyledikten sonra, havaya bir el ateş ettim. Şaşkınlıkları palamı gördükleri zamankinden daha büyük oldu; yüzlerce kişi ölü gibi yere serildi; İmparator bile, ayakta kalabildiyse de, bir zaman kendine gelemedi. Tabancalarımı da palamı teslim ettiğim gibi verdim; sonra, barut kesemi, mermileri yavaşça yere koydum; barut, ufacık bir kıvılcımla parlayıp tekmil sarayı havaya uçurabileceğinden, keseyi ateşten uzak bir yere koymalarını da rica ettim. İmparatorun görmeyi çok merak ettiği saatimi de teslim ettim; İmparator, en uzun boylularından iki korumanına, tıpkı bizim ülkede sırık hamallarının bira fıçılarını taşıdıkları gibi, saati bir sırığa bağlayıp omuzlarında taşımalarını buyurdu.
AnGeL
Açık Profil bilgileri
AnGeL - Özel Mesaj gönder
AnGeL´nin Web Sitesini ziyaret edin
AnGeL - Daha fazla Mesajını bul