Konu
:
GULLIVER CÜCELER ÜLKESİNDE- Lilliput'a Yolculuk
Tekil Mesaj gösterimi
30.10.08, 19:33
#
1
(
permalink
)
Kullanıcı Profili
AnGeL
Delta Üye
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Aug 2008
Nerden: Konya
Mesajlar: 833
Konular: 724
Puan Grafiği
Rep Puanı:1364
Rep Gücü:0
RD:
Teşekkür
Ettiği Teşekkür: 16
29 Mesajına 34 Kere Teşekkür Edlidi
:
GULLIVER CÜCELER ÜLKESİNDE- Lilliput'a Yolculuk
Lilliput'a Yolculuk
Babamın, Nottinghamshire'de biraz mülkü ve beş oğlu vardı; ben oğullarının üçüncüsüydüm. On dört yaşıma gelince, babam beni Cambridge'e, Emmanuel Koleji'ne gönderdi; orada üç yıl kaldım ve kendimi tümüyle derslerime verdim: ancak okul giderlerim, bana ayrılan para az olmakla birlikte, babamın zaten dar olan gelirine pek ağır geldiğinden, Londra'da ünlü bir cerrah olan Bay Bates'in yanına çırak olarak verildim; burada dört yıl kaldım. Babam arasıra biraz para gönderirdi; ben bu paraları, gemicilik öğrenmek, geziye çıkmak isteyenlere yararlı olacak bazı matematik bilgileri edinmek için harcardım; çünkü, günün birinde deniz gezisine çıkacağıma hep inanırdım. Bay Bates'ten ayrılınca babamın yanına döndüm ve onun, amcamın ve başka akrabalarımın yardımıyla kırk lira kadar bir para topladım. Leyden'de giderlerimi karşılamak üzere yılda otuz lira gönderecekleri sözünü de aldım. Orada, uzun gezilerde işime yarayacağını bildiğimden, iki yıl yedi ay hekimlik okudum. Yurduma dönünce, sevgili hocam Bay Bates'in öğüdüyle kaptan Abraham Parnell'ın komutasındaki Swallow adlı gemiye cerrah olarak girdim ve üç buçuk yıl bu gemide kaldım. Akdeniz'e, daha başka yerlere birkaç gezi yaptık. Dönüşümde artık Londra'da yerleşmeye karar verdim. Hocam Bay Bates beni bu yolda yüreklendirmiş, hatta birçok hastaya da salık vermişti. Old Jury'de küçük bir evin bir katını tuttum. Bekâr yaşamıma son vermemi öğütleyenler oldu; ben de Newgate sokağında, çorapçı Bay Edmund Burton'ın ikinci kızı, Mrs. Mary Burton ile evlendim: karım dört yüz lira drahoma getirdi. Sevgili hocam Bay Bates iki yıl sonra öldü; çok dostum yoktu; işlerim bozulmaya başladı; çünkü birçok meslektaşımın kötü davranışlarına öykünmeye vicdanım razı olmuyordu. Bundan ötürü, karımla tanıdıklarımdan bazılarına danıştım, yine bir deniz gezisine çıkmaya karar verdim. Arka arkaya iki gemide cerrahlık yaptım; altı yıl içinde, Hindistan'a ve Batı Hindistan adalarına yapılan birçok geziye katıldım; hayli para kazandım. Yolculukta, yanımda her zaman birçok kitap bulundurduğumdan, boş zamanlarımı eski ve yeni yazarların en iyilerini okumakla geçirirdim; karaya çıktığım zaman da, karşılaştığım ulusların yaşayış ve huylarını inceler, belleğim çok güçlü olduğundan dillerini büyük bir kolaylıkla öğrenirdim. Bu gezilerin sonuncusu pek verimli olmadı; denizden soğudum; çoluğum çocuğumla artık yurdumda kalacaktım. Old Jury'den Fetter Lane'e, oradan da gemiciler arasında müşteri bulurum umuduyla, Wapping'e taşındım; yararı olmadı. Belki işim yoluna girer diye üç yıl boşu boşuna bekledikten sonra, güney denizlerine geziye hazırlanan Antelope adında bir geminin kaptanı William Prichard'ın kârlı bir önerisiyle karşılaştım ve kabul ettim. 4 Mayıs 1699'da, Bristol limanından yola çıktık, gezimiz başlangıçta çok iyi geçti. Bu denizlerde başımdan geçenleri inceden inceye anlatarak okuyucuları sıkmak, bazı nedenlerden ötürü, doğru olmaz. Yalnızca şu kadarını bildireyim ki, Hindistan'a geçerken şiddetli bir fırtına bizi Van Diemen topraklarının kuzey batısına sürdü. Araştırmalar sonucunda, otuz derece iki dakika güney enlemde bulunduğumuzu anladık. Tayfalarımızdan on ikisi yorgunluktan ve kötü beslenmeden dolayı ölmüşlerdi; geri kalanlarsa bitik bir durumdaydılar. 5 Kasımda -bu ay buralarda yaz başına raslar- hava sisliydi; gemiciler gemiden ancak yarım gomine (2) ötede bir kayanın birden önümüze çıktığını farkettiler. Rüzgâr o kadar şiddetli esiyordu ki, gemiyi doğru kayanın üzerine attı, gemi de parçalanıverdi. Beş tayfayla ben, denize bir filika indirmiş, bir hamlede gemiden ve kayadan uzaklaşabilmiştik. Hesabıma göre üç fersah kadar kürek çektik; artık gücümüz kalmamıştı; zaten daha gemideyken yorgunluktan bitkin bir duruma gelmiştik, kendimizi dalgaların keyfine bıraktık ve yarım saat kadar sonra güneyden çıkıveren bir sağanakla devrildik. Filikadaki arkadaşlara, kayaya atlayanlara veya gemide kalanlara ne oldu, bilmiyorum; sanırım hepsi de yok olmuştur. Bana gelince, kendimi raslantıya bırakarak yüzdüm; rüzgâr, kabaran sular beni ileri doğru sürüklüyordu. Sık sık bacaklarımı aşağı doğru indiriyordum, fakat ayaklarım dibe değmiyordu. Sonunda, kesilip de artık kolumu bile oynatamayacağım bir anda, suyun, boyum derinliğinde olduğunu anladım; bu ara fırtına da epey yatışmıştı. Deniz dibinin eğimi o kadar azdı ki, ancak bir mil kadar yürüdükten sonra karaya çıkabildim: kestirebildiğime göre saat, akşam sekiz sularındaydı. İçeriye doğru yarım mil yürüdüm; ne bir eve, ne bir insan izine rasladım; kimbilir belki de bitkin bir durumda olduğumdan bir şey göremedim. Çok yorgundum; diğer yandan, havanın sıcaklığı ve gemiden ayrılmadan önce içtiğim bir kadeh konyak etkisini göstermiş, uykum gelmişti. Yumuşacık, kısa çimenlerin üzerine uzandım ve yaşamımda bu kadar deliksiz bir uyku uyumadım. Dokuz saatten fazla uyumuş olmalıyım ki uyandığım zaman gün doğmuştu. Davranıp kalkmak istedim; kımıldayamadım bile. Sırt üstü yatmıştım; kollarımın, bacaklarımın her iki yandan yere sıkıca bağlanmış olduklarını duyumsadım; uzun ve gür saçlarım da aynı biçimde bağlıydı. Vücudumun da, koltuk altlarımdan kalçalarıma kadar ince bağlarla kuşatılmış olduğunu fark ettim. Ancak havaya bakabiliyordum; güneş de kızmaya başlamıştı, ışıkları gözlerimi rahatsız ediyordu. Çevremde bir uğultu duydum, fakat bulunduğum durumda gökten başka hiçbir şey göremiyordum. Biraz sonra sol bacağımın üstünde canlı bir şeyin yürüdüğünü duyumsadım; göğsümün üzerinde yavaş yavaş ilerledi, çeneme kadar sokuldu; gözlerimi yapabildiğim kadar aşağı indirince, bunun, sırtında bir ok kuburu, elinde de bir yayla ok taşıyan, boyu altı parmak (3) bile gelmeyen bir insan olduğunu gördüm. Bu arada, aynı cinsten en aşağı kırk kadar yaratığın da birincinin ardı sıra geldiklerini duyumsadım. Son derece şaşırmıştım; avazım çıktığı kadar öyle haykırdım ki, hepsi korkudan kaçıştı; içlerinden bazıları, sonradan öğrendiğime göre üzerimden yere atlarken düşmüşler, yaralanmışlar. Fakat biraz sonra gene geldiler ve içlerinden, yüzümü tümüyle görebilecek kadar sokulma gözüpekliğini gösteren biri, el ve gözlerini hayranlık yollu yukarı kaldırıp, ince fakat açık bir sesle Hekinah degul diye bağırdı; ötekiler, aynı sözcükleri birkaç kez yinelediler; fakat ne demek istediklerini o zaman doğallıkla bilmiyordum. Bütün bunlar olup biterken, okuyucularımın da anlayacağı gibi, endişeler içindeydim; Sonunda, bu durumdan kurtulmaya çabalayarak sol kolumu yere bağlayan ipleri koparmayı ve kazıkları sökmeyi başardım; sonra kolumu yüzüme doğru kaldırarak beni yere nasıl bağladıklarını anladım; aynı zamanda canımı çok kötü acıtan bir atılışla saçlarımı sol yandan yere bağlayan ipleri biraz gevşettim, başımı iki parmak kadar yana çevirebildim. O küçük insanlar bir kez daha kaçıştılar, hiçbirini yakalayamadım; bu hareketim üzerine keskin bir haykırma oldu; bu haykırma kesilince içlerinden birinin Tolgo Phonac diye bağırdığını duydum; aradan bir an geçmemişti ki, her biri birer iğne gibi batan yüzden fazla okun sol elime saplandığını duyumsadım; bundan sonra tıpkı bizim Avrupa'da bomba attığımız gibi, bir yığın ok da havaya attılar; bunların birçoğu herhalde üzerime düştü, ama duymadım; birkaçı da hemen sol elimle koruduğum yüzüme indi. Bu ok yağmuru dinince, üzüntü ve acıyla homurdanmaya başlayarak, kendimi kurtarmaya bir kez daha çabaladım; ilkinden daha şiddetli bir ok yaylımı altında kaldım; bazıları da mızraklarını yanlarıma sokmaya çabalıyorlardı; fakat bereket versin manda derisinden bir yelek giymiştim de, delemiyorlardı. en güvenli yolun, kımıldanmadan yatmak ve geceyi beklemek olacağını düşündüm; sol elim serbest olduğundan, o zaman kendimi kurtarabilirdim; buranın halkına gelince de, eğer hepsi o gördüğüm küçük insanların boyundaysa bana karşı çıkarabilecekleri en güçlü orduların hakkından gelebileceğimi kestiriyordum. Fakat bahtım büsbütün başkaymış. Halk, sakin sakin yattığımı görünce artık ok atmadı, ama kulağıma gelen gürültüden sayılarının gittikçe arttığını anladım. Dört yarda ötemde; tam kulağımın hizasında, bir saattir bir takırtı duyuyordum; sanki bir şeyler çakılıyor, kuruluyordu. İp ve kazıkların bıraktığı kadar başımı o yana çevirdim; yerden bir buçuk ayak yükseklikte ve üzerine bu adamlardan dördünü alabilecek bir iskele kurulmuş, bu iskeleye çıkmak için de üç merdiven yapılmıştı. İskelenin üstündekilerden önemlice bir kişi gibi görünen biri, uzun bir söylev verdi; bir sözcüğünü bile anlamadım. Önceden söylemeliydim ama unuttum: bu önemlice kişi söze başlamadan önce Langro debul san diye üç kez bağırmıştı (bu sözcüklerle bundan öncekileri sonra bana yinelediler ve açıkladılar). Bunun üzerine elli kişi yanıma gelerek, başımın sol yanını bağlayan ipleri kestiler; böylece yüzümü sağa çevirerek konuşacak olan adamı ve işaretlerini görebildim. Orta yaşlı ve yanındakilerden daha boylu görünüyordu; bunlardan biri giysisinin kuyruğunu tutuyordu, orta parmağımdan biraz uzuncaydı; öteki iki kişi de yardım için yanlarında duruyorlardı. Söz söyleyen kişi tam bir söylevci gibi davranıyordu; sözlerinde korkutucu tümcelerle birlikte söz verme, acıma ve iyilik anlamına gelen parçalar seziyordum. Kendilerine teslim olduğumu anlatır bir tavırla, sol elimle gözlerimi, tanığım olarak gösterdiğim güneşe doğru kaldırdım, birkaç sözcükle yanıt verdim. Gemiyi terk etmeden birkaç saat önce yediğim yemekten beri ağzıma bir lokma koymamıştım, açlıktan bayılıyordum; içim o kadar eziliyordu ki, artık dayanamayacağımı göstermek için (belki görgü kurallarına aykırı olarak) parmağımı birçok kez ağzıma götürmekten kendimi alamadım; böylece yiyecek istediğimi anlatmak istiyordum. Hurgo (sonradan öğrendiğime göre, burada büyük adamlara bu ad veriliyormuş) ne demek istediğimi pek güzel anladı; iskeleden indi, yanlarıma merdivenler dayatılmasını buyurdu. Yüzden fazla adam bu merdivenlerden çıkarak ellerinde yiyecek dolu sepetlerle ağzıma doğru yürüdüler; meğer kral, geldiğimi duyar duymaz, yiyecek bulunmasını ve buraya gönderilmesini buyurmuş. Bu sepetler içinde çeşitli hayvanların etlerinin olduğunu gördüm, fakat tatlarından hangi hayvanların etleri olduğunu ayırt edemedim. Biçimleri koyun buduna, küreğine, döşüne benzeyen çok iyi pişirilmiş, fakat her biri bir çayır kuşu kanadından daha ufak parçalar vardı; iki üç tanesini bir lokmada yuttum ve her biri aşağı yukarı bir tüfek mermisi büyüklüğünde olan üç ekmek somununu da birden ağzıma atıverdim. Bütün bu yiyecekleri bana, hiçbir çabayı esirgemeden, iriliğim ve iştahım karşısında şaşkınlıktan şaşkınlığa düşerek veriyorlardı. İkinci bir işaretle içmek istediğimi anlattım. Yemek yiyişimden az içkinin yetmeyeceğini kestirdiler; çok da zeki adamlar olduklarından, en büyük fıçılarını, büyük bir ustalıkla yerden kaldırıp elime doğru yuvarladılar, ağzını da açtılar; zaten bir bardak kadar bir şey alan fıçıyı bir yudumda bitirdim. İçkinin lezzeti Bourgogne şarabını andırıyordu, fakat daha nefisti. Bir fıçı daha getirdiler, onu da aynı biçimde içtim; daha da istediğimi işaretle anlattım, fakat artık verecek içkileri kalmamıştı. Ben bütün bu harikaları gösterdikten sonra sevinçlerinden bağrışmaya, göğsümün üzerinde oynaşıp zıplamaya başladılar; önce yaptıkları gibi de Hekinah degul sözcüklerini yineleyip durdular. Boş fıçıları aşağı atmamı istediler: fakat önce Borach mivola diye bağırarak fıçıların altında kalmamaları için aşağıdakilerin dikkatini çekmişlerdi. Fıçıları havada görünce de herkes Hekinah degul diye bağrıştı. Vücudumun üzerinde aşağı yukarı dolaşan bu adamlardan kırk ellisini yakalayıp yere çarpmak isteğini sık sık duyduğumu itiraf etmeliyim; fakat okların acısı, daha da kötü şeyler yapabilecekleri düşüncesi, onurum üzerine verdiğim söz (teslim olduğumu anlatmak isteyen tavrımı söz sayıyordum) beni bu düşünceden vazgeçirdi. Hem sonra hiçbir harcamadan çekinmeyerek, beni olağanüstü bir biçimde ağırlayan bu halka konukseverlik kuralına göre minnet altındaydım. Fakat ellerimden biri serbestken, benim gibi onlara göre çok iri bir yaratık karşısında hiç korku duymadan vücudumun üstüne çıkıp dolaşmaya cüret eden bu insancıkların gözüpekliğine şaşmamak elimden gelmiyordu. Biraz sonra, artık başka yiyecek istemediğimi görünce, İmparator Hazretlerinden gelen yüksek bir kişi önüme çıkıverdi; sağ bacağıma tırmandı, on ikiyi bulan adamlarıyla birlikte yüzüme doğru ilerledi: kralın mührünü taşıyan güven mektubunu çıkardı, adeta gözlerime yapıştırdı ve hiçbir öfke belirtisi göstermeden, fakat kesin bir kararlılıkla on dakika kadar konuştu. Konuşurken eliyle bir yeri gösteriyordu. Sonradan öğrendiğime göre bu yer, yarım mil ötede bulunan başkentmiş ve kral hazretleri ile Meclis, oraya götürülmemi karara bağlamış. Gelişigüzel birkaç sözcükle yanıt verdim; sonra serbest olan elimi öteki elimin, başımın ve vücudumun üzerine koyarak serbest bırakılmak istediğimi işaret ettim; (bir zararım dokunmasın diye elimi her defasında başlarının üzerinden geçirmeyi unutmamıştım). Kralın elçisi ne istediğimi anlar gibi göründü, ama başını bu isteğimin yerine getirilemeyeceğini anlatır bir biçimde salladı; eliyle de işaret ederek, başkente bağlı olarak götürülmem gerektiğini anlatmak istedi; çok iyi davranılacağını, yetesiye yiyecek içecek vereceklerini de işaret etti. Bunun üzerine bağlarımı koparmak için bir çaba göstermeyi düşündüm; fakat yara bere içinde olan yüzüme ve ellerime saplanan okların (bunlardan birçoğu hâlâ etlerimin içindeydi) acısını yine duydum; düşmanlarımın sayısının da arttığını görünce bana istedikleri gibi davranmalarını anlatmak için birkaç işaret yaptım. Bunu gören Hurgo ve adamları sevinçli yüzlerle ve büyük bir nezaketle yanımdan ayrıldılar. Biraz sonra bir bağrışma oldu; herkes Peplom selan, Peplom selan diye yineleyip duruyordu; halktan birçoğunun sol yanıma yaklaştığını ve iplerimi gevşettiğini duyumsadım, öyle ki sağ yanım üzerinde dönerek su döküp rahatlamak olanağını buldum; bol bol su döktüm; halk hayran kaldı; ne yapacağımı, hareketimden sezdiklerinden sağ yanımdakiler hemen sola açılmışlar, benden büyük gürültü ve şiddetle akan selden kaçabilmişlerdi. Bundan biraz önce, ellerimi ve yüzümü hoş kokulu bir merhemle oğmuşlardı; bu merhem birkaç dakika içinde oklarının verdiği sızıyı gidermişti. Bütün bunlar ve karnımı iyice doyuran yiyecek ve içecekleri uykumu getirmişti. Sonradan anladığıma göre sekiz saat uyumuşum; şaşmadım: hekimler İmparatorun emri ile şarap fıçılarına uyku ilacı katmışlardı. Anlaşılan karaya ayak bastıktan sonra beni yere uzanmış, uyumaktayken görenler hemen bir posta göndererek İmparatora haber vermişlerdi: İmparator, Meclisini toplamış ve anlattığım biçimde bağlanmamı (bunu ben gece uyurken yapmışlardı); bana bol yiyecek içecek verilmesini ve başkente götürülmem için bir araba hazırlanmasını karar altına almıştı. Böyle bir karar cüretli ve tehlikeli görülebilir ve eminim, Avrupa'da hiçbir hükümdar, aynı koşullar altında böyle davranmaz. Fakat düşünceme göre, bu hem çok ihtiyatlı, hem de pek soylu bir karardı. Çünkü örneğin bu adamlar, ben uyurken mızrak ve oklarıyla beni öldürmeye kalksalardı ilk acıyı duyar duymaz kesinlikle uyanacak, öfkem ve gücüm öyle bir duruma gelecekti ki, beni bağlayan ipleri koparabilecektim; bu adamlar da bana karşı koyacak durumda olmadıkları gibi acıma duyguma da sığınamayacaklardı. Bu ülke halkı matematikte almış yürümüş; ve bilginin ünlü bir koruyucusu olan İmparatorun onayı ve özendirmesiyle mekanik sanatlarında büyük bir gelişmişlik düzeyine erişmiş. Bu hükümdar, ağır yük ve ağaçların taşınması için tekerlekli araçlar yaptırmış; bazıları dokuz ayak (5) uzunluğunda olan en büyük gemilerini, kolayca odun bulunacağı için ormanlarda yaptırır, sonra denize götürmek üzere üç dört yüz yarda bu araçlarla taşıtırmış. Beş yüz doğramacı ve mühendis hemen en büyük arabalarını hazırlamaya koyulmuştu. Bu, üç parmak yüksekliğinde, yedi ayak boyunda, dört ayak eninde, yirmi iki tekerlekli, ağaçtan bir kerevetti. Ben karaya ayak bastıktan dört saat sonra yola çıkan bu araba gözüktüğü zaman tüm halk bağrışmış; benim de bir ara işittiğim bağrışma meğer buymuş. Arabayı bana yanlamasına yaklaştırmışlar; fakat asıl sorun beni kaldırıp arabaya yerleştirmek olmuş. Bunun için birer ayak boyunda seksen tane direk dikilmiş; sicim kalınlığında çok sağlam iplerin uçlarındaki çengelleri, işçilerin boynuma, ellerime, vücuduma dolamış oldukları bağlara takmışlar. En güçlülerinden dokuz yüz kişi, direklere makaralarla bağlı bu iplere asılarak üç saatten az zamanda beni kaldırıp arabaya yerleştirmiş ve sonra sıkıca bağlamışlar. Ben, bu ayrıntıları sonradan öğrendim, çünkü bütün bunlar olup biterken içkime katmış oldukları uyku ilacının etkisiyle derin bir uykudaydım. İmparator Hazretlerinin her biri dört buçuk parmak yüksekliğinde en iri atlarından bin beş yüzü, beni, yukarıda da söylediğim gibi yarım mil ötede olan başkente götürmek üzere arabaya koşulmuştu. Yola koyulduktan dört saat sonra gülünç bir olay beni uyandırdı; arabanın bir yeri bozulmuş, onarım için durulmuştu; yerlilerden iki üç genç beni uyurken görmek merakına kapılmışlar, arabaya çıkmışlar, yavaş yavaş yüzüme sokulmuşlar: içlerinden koruman alayında subay olan biri, kısa kargısının sivri ucunu burnumun sol deliğine iyice sokmuş; burnum da tıpkı saman çöpüyle karıştırılmış gibi gıcıklanınca şiddetle aksırmışım. Üzerime çıkanlar kimseye görünmeden sıvışmışlar. Ben böyle birden bire uyanışımın nedenini ancak üç hafta sonra öğrenebildim. O gün akşama kadar hayli yol aldık; gece her bir yanımda beş yüz koruman olduğu durumda dinlendik. Bu korumanlardan yarısının ellerinde meşaleler, diğerlerinde de yay ve oklar vardı; bir kımıldanacak olsam, hemen üzerime yağdıracaklardı. Ertesi sabah güneşle birlikte yolumuza devam ettik; öğleye doğru da kent kapılarının iki yüz yarda berisine geldik. İmparator buyruğundaki tüm adamlarıyla birlikte bizi karşılamaya gelmişti; fakat saray ileri gelenleri, İmparator Hazretlerinin, üzerime çıkarak kendisini tehlikeye koymasına razı olmadılar. Arabamın durduğu yerde, bu ülkenin en büyük yapısı sayılan, eski bir tapınak vardı; bu tapınak, bundan birkaç yıl önce bir cinayetle kirlenmiş ve halkın bağnazlığı yüzünden değersiz sayılmıştı. Bunun üzerine, içindeki süs ve eşyalar kaldırılmış, bayağı işler için kullanılmaya başlanmıştı. Ben bu yapıda kalacaktım. Kuzeye bakan genel kapısı aşağı yukarı dört ayak yükseklikte ve hemen hemen iki ayak genişlikteydi, bu kapıdan ancak emekleyerek girebilirdim. Kapının her iki yanında, yerden altı parmak yükseklikte bile olmayan iki pencere vardı. Sol yanındaki pencereye, kralın çilingirleri, Avrupalı bir bayanın saat kösteğine benzeyen ve hemen hemen o kalınlıkta olan doksan bir tane zincir bağladılar; bu zincirlerin öbür uçlarını da otuz altı asma kilitle sol bacağıma taktılar.
AnGeL
Açık Profil bilgileri
AnGeL - Özel Mesaj gönder
AnGeL´nin Web Sitesini ziyaret edin
AnGeL - Daha fazla Mesajını bul