Medine’de ilk Cuma namazı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, yol esnasında sol tarafa yönelerek Sâlim bin Avfoğulları yurduna vardı. Rânuna mevkiine geldiklerinde Cuma namazı vakti girdi. Efendimiz Rânûna Vadisinin ortasındaki Cuma Mescidinin yerine indi ve burada Cuma namazı kıldı.
Bu, Peygamber Efendimizin Medine’de kıldığı ilk Cuma namazı idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz burada arka arkaya iki hutbe irâd buyurdu. İlk hutbesinde Allah’a hamd ve senâdan sonra meâlen Müslümanlara şöyle hitap etti:
“Ey İnsanlar! Sağlığınızda âhiretiniz için tedârik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki; kıyâmet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra Cenâb-ı Hak ona tercümansız ve perdedarsız olarak bizzat diyecek ki, ‘Sana benim Resûlüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim, sen kendin için ne tedârik ettin?’
“O kimse dahi sağına soluna bakacak, birşey görmeyecek. Önüne bakacak Cehennemden başka bir şey görmeyecek. Öyle ise her kim ki, kendisini velev ki bir yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecekse, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa bâri kelime-i tayyibe [güzel sözle] kendisini kurtarsın. Zira onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.
“Allah’ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.”1
Resûl-i Kibriyâ, ikinci hutbesinde ise meâlen şöyle buyurdu.
“Allah’a hamdolsun. Allah’a hamdederim ve Ondan yardım isterim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah’a sığındık. Allah’ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah’ın saptırdığına da kimse hidâyet edemez.
“Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. O birdir, şeriki yoktur.
“Kelâmın en güzeli Kelâmullah’tır. Kimin ki Allah kalbini Kur’an ile süsler ve onu kâfir iken İslâma dahil eder, o da Kur’an’ı sâir sözlere tercih ederse, işte o kimse felâh bulur.
“Doğrusu Kitabullah, kelâmların en güzeli ve en beliğidir. Allah’ın sevdiğini seviniz. Allah’ı can ve gönülden seviniz. Allah’ın kelâmından kalbinize kasavet gelmesin. Zira, Kelamullah, herşeyin en güzelini, en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzîdesi olan Peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder. Ve helâl ve haramı beyân eder. Artık, Allah’a ibâdet ediniz ve Ona hiç bir şeyi şerik etmeyiniz. Ondan hakkıyla sakınınız.
“Hayırlı işler işleyiniz ve bu iyi işleri diliniz de te’yid etsin.
“Allah’ın kelâmı ile birbirinizi seviniz. Muhakkak bilmelisiniz ki, Allahü Taâla ahdini bozanlara gazab eder. Allah’ın selâmı üzerinize olsun.”1
Akabe’deki bîatta Medineli Müslümanlar, Resûl-i Ekrem Efendimiz kendi beldelerine geldiği zaman, her cihetle onu koruyacaklarına dâir söz vermişlerdi.
Önce, Resûl-i Ekrem onların yurduna gelip bir müddet Kuba’da ikamet buyurduktan sonra, bu sefer bizzat Medine’ye girmek üzere bulunduğundan, artık onların sözlerini yerine getirme vakti gelmiş demekti.
Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, ikinci hutbesinin sonunda Cenâb-ı Hakkın, ahdini bozanlara gazab edeceğini beyân etmekle sözlerine son veriyordu.
* * *
Medine'ye Giriş
Peygamber Efendimiz, Rânûna mevkiinde Cuma namazını kıldıktan sonra tekrar devesine bindi ve yularını boynuna doladı. Arkasında Hz. Ebû Bekir, etrafında ise Neccaroğulları yiğitleri ile Medineli Müslümanlar yer alıyordu. Kimi yaya, kimi binekli olan Müslümanların sevinç ve tekbir getirişlerinden âdeta yer gök inliyordu.
Fahr-i Âlem, devesinin üzerinde ağır ağır Medine içlerine doğru ilerliyordu. Sevinç dalgaları şehrin her tarafını sarmıştı. İslâma merkez olma şerefine erecek bu kudsî şehir, sürûrundan âdeta çalkalanıyordu. Kâinatın Efendisini sînesine alışın, ona yurt ve hicret yeri olmanın sevincini yaşıyordu.
Kadınlar, çocuklar söyledikleri şiirlerle manzaraya bir başka tatlılık katıyorlardı. Dillerinden düşmeyen mısralar şunlardı:
“Veda yokuşundan doğdu dolunay bize.
“Allah’a yalvaran oldukça, şükretmek gerekir mes’ud halimize,
“Ey bize gönderilen yüce peygamber, sen,
“İtaat etmemiz gereken bir emirle geldin bize.”1
Medine halkı, etrafa pırıl pırıl nurlar saçan Hz. Resûlullahın mübârek yüzünü görmek için sokaklara dökülmüştü. Çocuklar, bayramlıklarını giymişler, neşe ve sevinç içinde oynuyorlardı.
Evlerinin damından kadınlar, yollarda erkekler ona, “Hoşgeldin” diyorlardı:
“Muhammed geldi! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah!
Yâ Muhammed, Yâ Muhammed!”2
Bu kalbî ve duygulu tezahürat arasında Peygamberimiz tevazu ve vakarı birleştiren müstesna bir eda içinde Kasvâ’nın üstünde yoluna devam ediyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ilerlerken, önünden geçtiği her evin sahibi, kendisini evinde misafir etme şerefine nâil olmak istiyor ve devesinin yularını tutup, “Yâ Resûlallah, bize buyurun” diyordu.
Efendimiz ise, mübârek tebessümleri arasında, “Hayra erin, deveye yol verin. Ona gideceği yer buyurulmuştur” diye cevap veriyordu. O mübârek hayvan da sağa ve sola bakarak kendiliğinden gidiyordu.
Yuları boynuna dolanmış Kasvâ, ilerleyerek Malik bin Neccaroğullarına ait develerin yanına kadar gitti ve oradaki boş bir arsaya çöktü.
Peygamber Efendimiz, üzerinden hemen inmedi. Deve az sonra ayağa kalktı, biraz ilerledikten sonra birdenbire geriye döndü ve ilk çöktüğü yere geldi. Oraya tekrar çöktü ve artık kalkmadı. Boynunu ve göğsünü yere uzatarak tatlı tatlı böğürmeye ve sağa sola debelenmeye başladı.
Dikkatler Kasvâ’nın üzerine çevrilmişti. Resûl-i Ekrem, onun çöktüğü yere mi misafir olacaktı, yoksa başka bir yere mi? Henüz kimsenin bu hususta bilgisi yoktu.
O sırada Neccaroğullarının mini mini masum kız çocukları, defler çalarak Sevgili Efendimize “hoşâmedi” ediyorlardı:
“Biz Neccaroğulları kızlarıyız.
Muhammed’in akrabalığı, komşuluğu ne hoştur.”1
Resûl-i Ekrem, bu masum yavruların samimî duygu ve sevinçlerini gülümseyerek karşıladı ve “Beni seviyor musunuz? diye sordu.
Hep bir ağızdan, “Evet, seni seviyoruz, yâ Resûlallah” dediler.
Kâinatın Efendisi ise, “Allah biliyor ki, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum” buyurdu.
Medineli Müslümanlardan her biri Fahr-i Âlem Efendimizin hanesine şeref vermesini can u gönülden istiyordu. Hatta bir ara Kasvâ çöktüğü zaman, Cebbar bin Sahr, kaldırmak için ayağıyla ona vurdu. Bunu farkeden Hz. Ebû Eyyûb el-Ensari hiddete gelerek şöyle dedi:
“Ey Cebbar! Sen benim evimin önünden kaldırmak için ona vurdun. Resûlullahı hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, İslâmiyet mâni olmasaydı sana kılıçla vururdum.”
Peygamberimiz Ebû Eyyûb’un evinde
Kasvâ, ikinci sefer çöküp yerinden kalkmayınca, Peygamber Efendimiz, “İnşaallah menzilimiz burasıdır” buyurarak indi.
Böylece, İslâm ve cihân tarihinin kaydettiği en parlak hâdiselerden biri olan Hicret-i Muhammediye (a.s.m.) bu inişle sona eriyordu.
Müslümanlar merak ve heyecan içinde bekliyorlardı. Acaba kâinatın medar-ı iftiharı olan Resûl-i Kibriyâ kimin evini şereflendirecekti? Hepsinin göz ve gönüllerinde sevinç dalga dalga idi. Bu sevince Kâinatın Efendisini evlerinde misafir etmek hadsiz şerefini de katmak istiyorlardı.
Peygamber Efendimiz etrafını saranlara, “Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” diye sordu.
Neccâroğullarından Ebû Eyyûb el-Ensâri Hazretleri sevinç ve heyecanla ortaya atıldı:
“Yâ Nebiyyallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı” diyerek gösterdi.
Sonra da, “Müsâade buyurursanız, devenizin üzerindekileri oraya taşıyayım” dedi ve Kasvâ’nın yükünü indirip palanını soydu ve evine taşıdı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de, “Kişi bineğinin ve ağırlığının yanında bulunur” buyurdu ve Ebû Eyyub el-Ensarî’ye, “Git, bizi kabul için yer hazırla!” diye emretti.1