Konu
:
Mektup Türleri ve Örnekler
Tekil Mesaj gösterimi
20.07.08, 13:19
#
4
(
permalink
)
Kullanıcı Profili
SERDEM
S.Moderators
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Mar 2008
Mesajlar: 7.687
Konular: 6910
Puan Grafiği
Rep Puanı:11076
Rep Gücü:20
RD:
Teşekkür
Ettiği Teşekkür: 47
464 Mesajına 935 Kere Teşekkür Edlidi
:
Mektup Türleri ve Örnekler
Kıymetli Valideciğim
Mektubuma birkaç gün fasıla vermek durumunda kaldığım için kuruma bakmayınız. Burası çok sıcak ve cephede ne zaman ne olacağı hiç belli olmuyor. İçinde bulunduğumuz çetin şartlar ve zaruretler sebebiyle daha evvelden bildiğimiz pek çok mefhum(kavram) alt üst olmuş durumdadır. Bunlar arasında en mühimi “zaman” ve “sürat” mefhumlarıdır. Ömrümün cephelerde geçen son bir senesinde aynı (Osmanlı) İmparatorluğun farklı mıntıkalarında birbirine asla ve kat’a benzemeyen sürat ve zaman mefhumlarının yaşamakta olduğunu ibretle idrak etmiş bulunmaktayım. Payitahtta(başkent) saat ve takvim ile takip edilen zaman ve sürat, cenup(güney) ve şark(doğu) memalikinde (ülke) bambaşka kıstaslara göre ayarlanmaktadır. İmparatorluğun cenubi şarkında sabır ve tevekkül, saat ve takvim yerine kullanılmaktadır. Zannımca, aynı imparatorluğun içinde birbirinden bu kadar farklı zaman mefhumlarının kullanılması, şimdi içinde bulunduğumuz vahim ve hazin tablonun baş müsebbibidir.
Cepheye gelince; cephede zaman= hayatta kalabilmek, sürat= hayat kurtarabilmektir. Gece ve gündüzün yegane farkı, karanlık ve aydınlıkta ayakta kalabilmenin avantajlarıyla sınırlanmıştır. Sürat, kat edilen yol ve zamanla bağlantısını kaybetmiş, tamamen bağımsız hale gelmiştir. Zaman dene mefhum farklı mahaller, durumlar ve mekanlarda bu kadar farklılık arz ediyorsa, tamamen izafi(göreceli) sayılmaz mı Valideciğim? O vakit sürat de yeniden tarif edilmesi gereken bir mefhumdur. Gelecekte zaman mühendisliği ve zaman fenni konularında mütehassıslar yetiştirilirse şaşmamak gerekir.
İşte aramızda bulunan zaman ve sürat farkı sebebiyle sizi daha evvel haberdar edemediğim müjdeli bir havadisi de şimdi yazıyorum. Kanal Cephesi’nde ihtiyat zabiti
( yedek subay ) olan askeri rütbem Çanakkale’de mülazımı evvel’e (asteğmen) terfi olmuştu.
Mektubuma ara vermek durumumda kaldığım son beş gün zarfında komutanından nefirine kadar bütün efradın göstermiş olduğu yiğitlik ve fedakarlık sebebiyle bazı yeni terfiler geldi. Bendeniz de dün mülazımlığa (teğmen) terfi ettim.
Asker almamı hiç istemeyen rahmetli pederim, Harp Okulu’na gitmeden mülazım rütbesinden bir rahip olduğumu duysaydı bunu nasıl karşılardı kimbilir? Kıymetli bir hekim ve vatanperver bir şahsiyet olan pederimin bana sık sık;
“Askerlik, harp ve sulh esnasında farklı olan tek meslektir.” Dediğini hatırlatıyorum. Vatan müdafaası mevzu bahis olunca, bilhassa şimdi burada karşı karşıya bulunduğumuz gibi birleşmiş Hıristiyan aleminin memleketimize tecavüzü durumunda bu milletin her ferdi bir aslker olmak zorunda bırakılmıştır. Diğer taraftan Üsküplü İskender’in istihbaratına göre, İngilizlerin kendi müstemlekelerinde ki (sömürgü) Müslümanları da Çanakkale’ye getirmiş ve biz müslüman kardeşlerime karşı harp ettirmekteymişler. Bu istehbaratın doğruluğu henüz kesinleşmedi ama Mısır’daki Müslüman Arap kardeşlerimizin İngilizler’e kucak açarak, Müslüman Türkler’in kanını dökmelerini bilhassa yardım ettikleri kesindir. O halde bize asırlardır bellettirilen bir Müslüman Ümmet Birliğinden bahis etmek sadece bir hayel mahsülüdür veyahut da riyadır. Müslümanlarda tıpkı Hıristiyanlar gibi birbirlerinin kanları dökmeyi, ırzlarına göz dikmeyi mübah (günah olmauan) saymaktadır. Demek ki dinler, farklı milletten insanlar arasındaki kardeşlik bacağını sağlayacak kadar büyük güce sahip değildir. Demek ki, Müslüman Müslüman’ı öldürmektedir. Halbuki, aramızda hala Zafer-i Nihayı den sonra arap kardeşlerimizin İngilizler’i kovup, Osmanlıyla birleşeceği hayalini kurmakta olanlar mevcut. Bu durumda, ancak aynı milletten olmak, aynı ülkelere sahip teşkil etmektir, denilebilir. Bu mühim noktanın illa bukadar kanlı bir ibretle öğrenilmesi zaruri midir (şarat mıdır)? Lakin aynı milletten gelen bazı Avrupalılar’ın da farklı Hıristiyanlık mezhepleri sebebiyle birbirlerini otuz yıl kestikleri bize Galatasaray İdadisi’nde (lise) tarih derslerinde öğretilmemiş miydi? O halde yeni dünya nizamında (düzen), ancak aynı memleket hudutları içinde ikamet eden halkına müşavi (eşit) hürriyet ve refah vaad edebilen milletler, din ve ırk ülküsünden daha kuvvetli olan kardeşlik bağını kurabilecektir. Zanmınca, böyle olacaktır Valideciğim.
Tarihçilere gelince; gelecekte tarihçiler, bu harp hakkında ne yazacaklar bilemem ama Çanakkale Muharebeleri’nin Türkler’in bir nefsi müdafaa mücadelesi olduğu kadar, kardeşlerini artık körü körüne sadece Müslümanlık bağlarına dayanarak seçmeleri gerektiğinin de kanlı bir hikayesi olduğu kesindir. Benim arzum, bu milletin çektiği çilelerin, Çanakkale ’de pek çetin şartlar altında geçen bu muharebelerin gelecekteki Türk gençliğine ibret olmasıdır. Yoksa yazık olur! Çok yazık olur.
Malumunuz mübarek ramazan ayındayız. Oruç zamanıdır ve burası cehennem kadar sıcaktır. Gerek cephedeki hocalar, imamlar, gerekse biz münevver zabitler olsun, mukaddes dinimizde asla ve kat ’a zorlama olmayacağını, vatan görevi sebebiyle ‘’seferi’’ sayılacağımızdan oruç ve namazın farz olmadığını efrada sık sık anlatmaktayız. Tek tük oruç tutan mevcutsa da sayıları pek fazla değildir.
Çanakkale Cephesi ‘ne ilk geldiğimiz vakit, İstanbullu siviller-bilhassa benim gibi yabancı dil konuşan, yemek seçerek, dadılarla, kalfalarla büyümüş yüzlerce Paşazade genci- ‘’muhallebiciler’’ diyerek alaya alan efradla şimdi artık can kardeşi olduk. Zaten bizim fırkada artık muvazzaf ve ihtiyar (yedek) diye bir taksimat kalmadı. Yoluna seve seve canımızı koyduğumuz bu şerefli mücadelede, hepimiz et ve tırnak kadar kaynaştık. İstanbul ‘da daha evvelden pek mühimsemediğimiz İzmir ’in al yanaklı Efeleri ki, bayılırcasına sevdiğim zeybek havalarını oynayarak beni mest ettiler, Ankara ‘nın mert Seğmenleri ki, onların yürek kabartan misket havaları var, Anadolu ‘nun dört bir yanından çoluğu çocuğu bırakıp Çanakkale ‘ye koşmuş Anadolu Yiğitleri, Uşakları, Dadaşları, Kürtleri, Can-Kurban ‘ları burada yakinen tanıyıp, kalpten sevmeyi öğrendim. Bu memleketin fertleri aynı ülküyü paylaşmaktadır. Bu vatan bizimdir ve onu birlikte müdafa etmeliyiz.
Değerli Valideciğim, son mektubunuzun hemen her sahifesinde, cephe hayatımdan bahis etmeyişime sitem ederek, bu mevzuyu şiddetle merak buyuruyorsunuz. Oğlunuzun hayatı hakkında fikir edinmek hakkınız elbette bakidir, fakat size gündelik cephe hayatımı bilhassa anlatmayışımın sebebi, güzel canınızı sıkmamaktır. Şiddetli ısrarınız karşısında sizi rahatlatmaktan çok, endişelendirecek bu çile cephe hayatımı bir miktarda olsa hülasa (özet) edeceğim.
Burada neferle (er) birlikte toprağın içine kazdığımız daracık yollarda ve siperlerin içindeki zeminliklerde geçen hayatımız pekte içi açıcı değildir. Zeminlik, harp sahası gerisinde toprak altında meydana getirilen yerlere denmektedir ve bunların hayati ehemmiyeti mevcuttur. Zeminlikler hava almadığından, esasen rutubet içinde çukurlar olup, insana buram buram ter döktüren, diğer taraftan da kendisini ruhen köstebek gibi hissetmesi için birebir, mükemmel zindanlardır. Benim terfi ederek bu zindanlardan kurtulmuş olmam, on binlerce vatan evladının oralarda meşakkat çektiğinin realitesini değiştirmemektedir. Aslında ter dökmek için zeminliklere ihtiyaç yoktur. Arabistan çöllerinde yaka silktiğimiz cinnet sıcaklarıyla Çanakkale Cephesi ‘nde de karşılaşacağımız evvelden tahayyül bile edemezdik.
Dün sabaha karşı dörtte, uzun bir topçu düellosu vardı. Bizim siperlere müsademeli (karşılıklı) şarapnel atıldı, kum torbalarımız tamamen mahvoldu. Obüs mermileri (top mermisi) sağ cenahta bütün haşmetiyle patlıyordu gün daha ağarmamıştı. Bizler lağıma sığınarak kendimizi kurtardık. Fakat daha sonra bir düşman torpidosu lağımı patlattı. Yer fena halde sarsıldı. Lağım patlatmak bu harp vesilesiyle düşmandan öğrendiğimiz bir azap silahı oldu. Evvelden hazırlanan lağımı düşman siperlerinin altında patlatmak etrafa tahammülfersa yakıcı bir gaz kokusu yayıyor. İnsan zehirlenmekten kurtulup, sadece fenalaşmış olarak canını kurtarırsa, bacadan fırlamış gibi kapkara ve öksürük nöbeti tutmuş olarak çıkıyor. Zaten bu kaçışı bekleyen düşmanda yağmur gibi tüfek ve makineli tüfek kurşunu yağdırıyor üzerimize. İşlerini sağlama alıyorlar yani.
Merak buyurmayınız, biz bir telefat vermedik, ama kurşunlar çekirge sürüleri gibi kurşun uçan insan oek neşeli olamıyor. Sonradan açıkta aptes bozan (işeyen) iki neferin bu esnada yaralandığını, birininde şahit olduğunu öğrendim. Açıkta aptes bozarken dikkatli olunması hakkında etrafa tenbihat verdim. Zannımca bu müessif vakadan sonra işi ciddiye alacaklardır. Daha sonra da tayyare hücumuna maruz kaldık. Ah düşmanın cephesinde bu kadar çok, bizimki de bu kadar az olmasaydı görürdü onlar günlerini! Türk Milleti ’nin bu yoksulluktan ne zaman kurtulacağını kara kara düşünüyorum valideciğim. Bizim sadece cephanemiz değil, doktorumuz, hemşiremiz, ilacımızda yok denecek kadar azdır. Ah bu millet burada ettiği fedakarlıklar bir gün yazılsa, tarihin en büyük destanlarından biri meydana gelir!
Yavaş yavaş gün ağarıyordu. Düşman susmuştu. İşte o vakit benim pek sevdiğim bülbüller ötmeye, ruhumu derin bir aşk ve huzurla doldurmaya başlamıştı yeniden. Zafer-i Nihayi den sonra sizinle buralara geldiğimizde, sulh içinde bu bülbülleri dinleyeceğiz inşallah valideciğim. Sabahleyin çay içmemiştik. Düşmanın susmasını fırsat bilerek biraz hurma, kara üzüm ve peksimetle kahvaltı ettik. Artık Tabur Komutan Vekili rütbesine terfi eden can kardeşim Üsküplü İskender bana ziyarete gelmişti. Bunu bahane edip mangala ateş getirttim. Sade kahve ile ben pipo, Üsküplü cigara keyfi çattık böyle zor zamanlarda insan hemen kendini hem de dostlarını karakterleriyle tanıyor. Zanlımca çok meşakkatli durumlarda birbirlerine katlanabilen ve destek olan insanlar, gelecekte de hakiki dost olurlar. Üsküplü İskender üstün cesaretli, istikrarlı, dirayetli ve vakur karakteriyle sadece benim değil, bütün efradın güvenip, takdirle karşıladığı bir komutan vekili olmuştur. Kendisine olan hayranlığım her geçen gün daha fazla artmakta varlığı bu zor şartlarda kararan ruhumu bir güneş gibi aydınlatmaktaydı. Bana biraz babalık, biraz ağabeylik, biraz öğretmenlik yapsa da, o daha ziyade en hakikatli can dostumdur.
Öğle yemeğinde bölük karavana yedi. Bana konserve çorba getirdiler. Afiyetle içtim. Hep böyle fakir olduğumuzu düşünmeyiniz. Geçen hafta mesela, yemekte imam bayıldı vardı. Bazar: Gelibolu köyleri kendi rızklarından kesip, bize süt getiriyor. Taze süt içmek meğer ne büyük nimetmiş. Hele Çanakkale ‘nin sütü bambaşka lezzetli. Burada Allah ‘a şükür aç değiliz. En fazla eksikliğini çektiğimiz iki şey: sirke ve şekerdir.
Dün tifo aşısı vurulmuştum. Pek ziyade sıtma (titreme) yaptı. Gece biraz hastalandırdı. Fakat şimdi iyiyim. İnanınız iyiyim Valideciğim.
Fakat bu iş böyle olmayacak ki... Şimdi siz istediniz diye anlattığım bazı cephe detaylarını okuyunca yeise (üzüntü) kapılıp, dertleneceksiniz. Zannımca, size bu cephe hayatını anlatmam doğru olmayacaktır. Hayır, Valideciğim hayır, bunu yapmamalıyım. Mesela Çanakkale ‘ye ilk geldiğimde kolordu karargahında çadırlarda devam eden hayatımın, şimdi cephede küçücük bir kovukta ama harp şartlarında şa’şaalı sayılacak bir şekilde devam ettiğini yazmalıyım. Neferlerin kaputlarını (asker paltosu) yatak olarak kullandıkları düşünülürse, benim ot yastığım, kilim yatağım, kristal kandil fenerim, kahve takımım ve teneke mangalımdan meydana gelen fevkalâde muhteşem lüksümü takdir edersiniz. Bundan iyisi can sağlığıdır. Elhamdülillah Ya Rab!
Siz elbette benim benim tereyağının en katkısızı, güllaçın en katmerlisi, kahvenin en köpüklüsü, hünkarbeğendinin hakkıyla pişirilmişi konusunda pek müşkulpesent (titiz) ve müşteki(şikayetçi) bir adam olduğumu iyi bildiğinizden, şimdiki şartlarıma şükredişimi şaşkınlıktan küçük dilinizi yutarak okuyorsunuz. Haklısınız Valideciğim. Bir sene evvelinde kolalı beyaz örtüsüz, gümüş çatal-bıçaksız, Bohemiya porselensiz bir masaya oturmayı kendine yakıştırmayan oğlunuz, vatan müdafaası gibi mukaddes bir görev bahis konusu olunca birçok i’tiyad (alışkanlık) ve keyfinden gözünü kırpmadan vazgeçmiş bulunmaktadır.
Yanımdaki kovukta, posta neferim Hüseyin kalmaktadır. Kendisi Ege köylüsü, temiz kalpli , itaatkar bir neferdir ve beni size mektup yazarken her gördüğünde, daima saygı ve hürmetlerini yollamaktadır. Onun kadar cevval ve zeki binlerce vatan evladının okur-yazar olmaması inanılır gibi değil. Biz zabitlerin yüreği, harbin ateşi kadar memleketin bu cehaletine de yanmaktadır. Bu memleketin bütün evlatları, kadın-kız, köylü-şehirli ayırmadan okutulmalıdır. Acilen okutulmalıdır. Ah cehalet kadar büyük bir düşman yoktur!
Fakat şimdi öyle zor şartlar altındayız ki, cehalet meselesi Zafer-i Nihayi’den sonra mücadele edilecek bir düşmandır. Burada çoğu zaman saç, sakal uzamış, uykusuzluğu üzerine çeken ağır mesuliyet hissinin tesiri ile yüzler esmerleşmiş, yorgun erkekler olarak yaşamaktayız. en fecisi pek fena kokuyoruz. Halbuki iki deniz arasındayız. Sağımız ve solumuz billur gibi su, lakin yıkanamıyoruz. Leş gibi olduk. Bunun sebebi cephede su ve vasıta eksikliğidir. Halbuki motor ve makine asrındayız ama biz burada hala kazma kürek asrında yaşıyoruz. İçme suyunu, kazma kürek ile iptidai metotlarla elde etmeye çabalıyoruz. Hala varolan bulaşıcı hastalıklara bu pislik sebebiyle artacağı endişesindeyiz. Bir de bitlenme kabusumuz var ki, var!
Balaban delikanlılar, kifayetsiz gıda sebebiyle sıska, yorgun ve hastadırlar. Ahh şimdi rahmetli pederim olacaktı da, Bahçekapı’daki Hasan Eczanesi’nden şişeler dolusu Hasan kuvvet şurubu gönderecekti cepheye. Bu şuruplar kansızlık, halsizlik, asabiyet gibi burada pek fazla görülen dertlere deva olacaktı. Fakat şişesi 18-20 kuruş olan bu şuruplara bu zamanda ayıracak para yoktur.
Neferin maneviyatını yüksek tutabilmek için biz zabitler her gün traş oluyoruz. Açlık, susuzluk, pislik gibi dertlerle baş edebilen evladınız, tahmin edeceğiniz üzere uykusuzluk denen tabi afete karşı dayanıklı değildir. Uykusuzluk belası ile başa çıkabilmek için sık sık siperleri gezip efratla sohbet ediyor, kendimi meşgul ediyor, bulabildiğim her nargile, pipo tütünü, cigara ve kahve içiyorum. Hatta aynı gazeteleri defalarca okuyorum. Fakat yine de uyku benden zorlu çıkıyor. Uyku beni çekiyor. Uykusuzluk beni can evimden vuruyor. Sağ kalır, evime dönersem, günlerce rahat döşeklerde uyuyacağımı hayal etmekteyim. Gazete dedim de, cephede muntazam gazete bulmak mümkün değil ama gecikerekte olsa Tanin, İktam ve Turan gazeteleri bize ulaşıyor.
Geçen hafta efrada, maaş tevzi ettik. Benim iki buçuk liram arttı. Müsadenizle onu size yollamak isterim. Hin-i hacette lazım olabilir. Valideciğim şimdi posta neferim Hüseyin geldi, dışarıda kopan kıyametin topçu bombardımanı olduğunu bildirdi, hemen koşmam lazım.
Valideciğim, tam da mektubumu tamamlamak üzereyken, neferimin verdiği haber sebebiyle size yeniden yazmaya ara verdim. Atıma atlayıp muharebe alanına vardığımda bir zamanlar, biraz servet ve güzellik kaynağı olan ve dünyanın en nefis üzümlerini yetiştiren bağ kütükleriyle dolu o vadiyi kesif bir toz bulutu içinde buldum. Yüksek şöhretli üzüm kütüklerinden eser kalmayışından ziyade dehşet verici olan, oraya vardığımızda gördüğüm manzaraydı. Harp esnasında pek çok keder verici , insanı derinden sarsan manzaralar gördüm. Fakat Kanlı Sırt’ta bu son manzara kadar dehşet verenini ne gördüm, ne de bir daha görmek isterim. Allah kimseye göstermesin. Hatırası ile insanın tüylerini ömür billah diken edecek, dehşetiyle bir daha katıksız saadet yaşamaya imkan vermeyecek kadar kanlı bir manzara. Bu kadar geniş alana yayılmış, vaziyette parçalanmış insan eti ve kopmuş insan uzvuna bakıp, et ve yanık kokusuna karışan feryat ve iğilti seslerini duyunca insan evvela sersemliyor. Kulakları uğulduyor, gözleri kararıyor. Donup kalıyor. Şuurunu kaybediyor. Kendine gelince de insanlığından utanıyor. Ve o aradaki zamanda ne olduğunu asla hatırlamıyor. Bunu takiben intikam hisleriyle yanıp kavruluyor. Bu yangın insanın aklını başından alacak kadar kuvvetli. Bu yangın insanın vücudunu sarsacak kadar somut. İntikam yangını çok acıtır Valideciğim. İnsan o an cinnet getirmenin hududunda için için ağlayarak bekler. O an, insan tıpkı doğduğu ve öldüğü an kadar yalnız olduğu andır. Sonra ya cinnet getirir, ya da kurtulur. Çünkü insanın insana ettiği zulmün en büyüğünü gören yürek, o an iflas etmiştir. Ümiddin bittiği andır o an. Ve insan bu manzarayı gördükten sonra bir daha asla aynı insan olamayacağını çok iyi anlamıştır.
Bu manzara nasıl tavsir edilir Valideciğim, ah Valideciğim! Sanki bir kıyamet tablosu. Delik deşik kaputların üzerine düşüp kalmış gencecik insan vücutları, noksan uzuvlu ama bunun henüz farkına varamamış şaşkın gençler... Meydanda tek renk var: Kırmızı! Hayatta kalanlar kaybettikleri uzuvlarına bakıp, ölümden kurtulduklarına üzülüyorlar, sağlam kalanlar şaşkın, bitkin, kabzalarından kan damlayan süngüler ellerinde, sersemlemiş olarak uykuda gezer gibi hareket halindeler... Kanlı tüfek taşıyan onbaşılar, parçalanmış portatif çadırlar, siperlerde neferlerin yatak olarak kullandığı ve şimdi kana bulanmış koyun postları, yerlere saçılmış bazı mektup sahifeleri... mümkünü yok, bu sırtın adı Kanlı Sırt olmuştur artık!
Siperler en üst kısmına kadar ölülerle yıka basa dolu olduğundan, buralara temizlemek üzere müfrezeler yol açıyordu. Bu sırada cesetleri dışarıya çıkaran neferlere dahi düşman ateş açmaktaydı. Hava sıcak, çok berbat sıcak, vaziyet pek kritik. Bu kadar elemli bir temizlik sırasında bize hala şarapnel infilaklarıyla hayati tehlike yaşatan düşman nasıl biridir? İnsan mıdır, cin midir? Şaşırıp kalmıştım... Hemen ayaklarımın dibinde yepyeni postalları, az kullanılmış süngülü tüfeğine sımsıkı yapışmış olarak şehit düşmüş, besbelli cepheye yeni gelmiş gencecik bir çocuk yatıyordu. Ona bakınca, aynı şeyin her an başıma gelme ihtimalinin ne kadar yüksek olduğu fikri bana vız geldi. Cesur veyahut kahraman olduğumdan değil, aklımın beni koruyamayacak kadar uyuşmuş olmasından dolayı pervasızlaştım. Havadan gencecik kollar ve bacaklar yağarken insan aklını kaybediyor. Aklının yerine , büyük bir intikam hissiyle düşmanın kol ve bacaklarını kopartmak arzusu doluyor insanın kafasına. Bu intikam arzusunu böyle şehvetle hissettikten sonra insanın masumiyetini koruyabilmesi mümkün değil. Sıtma nöbeti tutmuş gibi zangırdamaya başladım. O sıcakta soğuktan donar gibi titriyordum. Kendimi fena, çok fena hissediyordum. Ama bir mucize oldu. Bir ses duydum, yaşlı ve sevgi dolu bir kadın sesi. Bu sesi hemen tanıdım. Ninemdi bu. Bir şarkı söylüyordu. Dikkatle dinledim. Ninem ilahi söylüyordu. Ninem cephede bana ilahi söylüyordu. Titremem durdu. Ter içinde kalmıştım ama muntazam nefes almaya başlamıştım. İntikam arzusuyla yıldırım çarpmış gibi titreyen vücudumu, nereden çıktıysa, aniden zemzem suyuyla yıkar gibi huzura kavuşturan, ninemin bana ninni yerine söylediği ilahiler zapdetmişti. Başkası söyleseydi güler geçerdim ama bizzat tecrübe ettikten sonra, küçük mucizelerin ancak inananların başına geleceğini ben de gönülden iman ettim. Ninemim ilahileri Kanlı Sırt’ta beni bir çılgınlık yapmaktan korudu Valideciğim. Kardeşim Salih’in aksine bir türlü uykuya dalamayan bana, sabırla ilahiler söyleyerek saçlarımı okşayan ninem , bu dar zamanda beni cephede buldu ve bana ilahilerini söyledi. Ninemim kulağıma söylediği Yunus’un şiirleri ateş gibi yanan , fırtına da ağaç gibi sarsıla vücuduma merhem oldu. Ruhum şiddetle ihtiyaç duyduğu huzura kısa da olsa orada kavuştu: “ Aşkın aldı benden beni/ Bana seni gerek seni/ Ben yanarım dün ü günü/ Bana seni gerek seni” Valideciğim, ninemin kabrine gidip, benim için ruhuna Fatiha okutur musunuz? Cephede ilahileriyle aklımı koruduğuna göre Fatiha istedi, rahmetli ninem. Cennet mekan olsun.
Bugünkü muharebeden sonra, Merkez Tepe’ye şiddetli bombardımanı devam ettiren düşman, maalesef muvaffak olmuş, Kanlı Sırt işgal edilmiştir.
Muhterem Valideciğim, zannımca size bunları anlatmam doğru olmayacaktır. Hayır, Valideciğim hayır, bunu yapmamalıyım, size bu mektubu göndermemeliyim. Git gide uzayarak bir kanlı harp günlüğüne benzeyen bu mektubumu, tıpkı daha önce yazıp, yollamakta tereddüt ettiğim diğer mektuplarım gibi ya yırtıp atacağım, ya da saklayacağım. Çünkü ben sizin aklınızı başınızdan alacak kanlı ve çok kederli cephe hikayeleri ile üzülmenizi değil bilhakis romantik kahramanlık hikayeleri hayal ederek beni beklemenizi yeğlerim. Bu sebeple bu mektubu yollamamalıyım. Çünkü hakiki cephe hikayelerinde kahramanlık yoktur. Kahramanlık ancak tarih kitaplarında ve romanlarında bulunur. Belki Zafer-i Nihayi’den sonra beraber okuruz bu satırları... Kimbilir...
Mamafih zaman zaman pek tuhaf hadiselerde yaşanmıyor değil.
Mesela düşman, bombardımanı her vakit bombalarla yapmıyor. Hayal gücü yüksek, enteresan başka teknikleri de mevcut. Düşman, aralarında sadece on nefer boyu mesafecik bulunan siperlerimize bazen sardalye konserveleri veyahut reçel kutuları fırlatıyor. Bizimkilerde sigara paketleriyle mukabele ediyorlar. Düşmanlar arasında hem de sıcak cephede böyle şakalaşmak cihanda duyulmuş şey midir?
Bu şakacı düşmanın İngiliz veyahut Fransız değil, Okyanustaki müstemleke(sömürge) adaların ahalisinden toplanan, Östralyalı, Zelandalı, hatta Kanadalı gençlerden meydana getirilmiş Anzak Ordusu’na mensup askerler olduklarını artık biliyoruz. Bu milletler, zannımca İngiltere’nin müstemlekesi olmak sebebiyle İngilizceyi ana dil edinmiş bulunmaktadırlar. Fakat Üsküplü İskender bunların İngiltere’de istenmeyen , suş işlemiş aslen Brötan, İskoç, İrlanda soyu , sopundan efrad olduklarını, uzak memleketlere kaçarak oralarda yerleştiklerini söylüyor. Vallahi benim bu cihan milletleri hakkında onun kadar derin bilgim yok, Maşallah Üsküplü ayaklı bir kütüphane mübarek! Benimse naçiz birkaç ecnebi lisanım var işte. İngilizcem, Fransızcam ve Almancama göre zayıf sayılsa da burada onların söylediklerini çat pat söken bir ben varım. Yazdıklarını notlara bazen Fransızcaya benzeyen kelimelerden çıkararak anlamaya çalışıyorum. Fakat yine de işe yaramak fevkalade güzel.
Bunlardan başka şakalarda mevcut. ANZAKLAR bazen uzun sırıklar üzerine kağıt ve bezlerden yaptıkları kuklaları takarak, siperlerden uzatıp sağa sola dans ettiriyorlar. Bizim çocuklar kah el çırparak, kah kahkaha atarak onları seyrediyorlar. Bilmesem, Çanakkale’de beynelmilel bir eğlence tertip edilmiş sanacağım. Üsküplü İskender’in “maskaralık!” diye hiddetlendiği bu tuhaf eğlenceler, nadir sulh zamanlarında iki tarafın yemek yediği sıralarda cereyan ediyor. Bıraksalar beraber eğlenmeye pek hevesli bu gençlerin, arasında hiçbir ferdi husumet yoktur. Gençliklerinin baharında böyle cennet bir mekanda ve bir cehennem sıcağında harp etmenin can sıkıntısını böyle garip eğlencelerle giderdikten sonra yeniden ama bu sefer top ve tüfekle şakalaşmaya(!) başlıyorlar. Sardalye konservesi, reçel kutusu ve sigara paketlerinin yerine bombalar savurarak... hiçbir mantıklı izahı olmayan bütün vahim durumlar gibi bu harpte canımı sıkıyor. Sıcak ve harp devam ettikçe, asabiyet ve şiddet artıyor. Şiddet insanı vahşileştiriyor.
Dünkü muharebede, Üsküplü’nün posta neferi Hasan Efendi şehit oldu. Daha birkaç gün evvelde amca oğlu şehit düşmüştü. Her ikisine de Allah rahmet eylesin. Hasan Efendi’yi hepimiz severdik. Karadenizli civan bir adamdı. Yüreği vatan sevgisi ile çarpardı. Cansız vücudu sedye içinde taşınırken, uykuya dalmış gibi bir hali vardı ama sedyeden yere kan damlıyordu. Normal şartlarda yürek parçalayacak bu manzara, içinde bulunduğumuz durumda kanıksadığımız adi bir vaka haline gelmiştir. Kanıksamak tehlikeli bir iştir Valideciğim. Çünkü insanın yüreği kabuk bağlamaya, derisi kalınlaşmaya başlayınca, artık insan olmaktan vazgeçmiş sayılır ve başına her türlü musibet gelebilir. Candan sevdiği posta neferi şehit olan Üsküplü İskender’in mavi gözleri dışarıya akıtamadığı yaşlarıyla kıpkırmızı olmuştu. Sımsıkı sıktığı dişleri yüzündeki ıstırap ifadesini fena cesaretleştirmiş, çenesi seğiriyordu. Bu Allah’ın sevgili kulu, cihan yakışıklısı allem-i cihan, aklın ışığına iman etmiş, vatanperver insan, gözlerimin önünde mum gibi eriyordu ve ben onu teselli etmek isterken sesim bile çıkmıyordu. Halbuki elini omzuma koyup beni teselli eden o oldu. Sonra kulağıma “ Üç yaşında bir bebesi vardı rahmetlinin” diye fısıldadı. O anda , kan kardeşim ve ahvetliğim Üslküplü’ye sarılıp hüngür hüngür ağlamak, cihandaki bütün alpleri, müsebbiblerine lanet okuyarak küfretmek için dayanılmaz bir arzuyla sarsıldım. Asabım çok bozulmuştu. Mukavetimin zayıfladığını hissediyordum. Dokunsalar bin parçaya bölünüp, tuzla buz olacaktım. Üsküplü bu durumumu gözlerimden okumuş olsa gerek. Omzuma koyduğu elleriyle beni öyle sıktı ki canım yandı. Fakat bu hareketiyle vücudundaki gücün ve imanın bir kısmı aramızda kurulmuş bir irtibat hattıymış gibi asılı duran kolundan bana doğru aktı, yorgun düşmüş kalbime ve mukavemetsiz bedenime can doldu. Son maneviyatı bozulmuş neferlerin ve zabitlerin duyacağı kadar yüksek davudi sesiyle” Ademoğlu cihanda irade gücüne sahip yegane canlıdır, Mülazım Efendi!” diye bana seslendi. Sesi o kadar kuvvetli, kararlı ve vaadkardı ki efrat dikkat kesildi. Üsküplü devam etti: “ Sadece insana mahsus olan o irade gücüdür ki, yüce Allah’ın bizlere en büyük lütfudur Mülazım Efendi, insan denen canlı bu yüzden dayanıklıdır. Çünkü arzularına kavuşabilmek için sabredebilir, dayanır, sebat eder. Türk milletinin memleketine tecavüz eden düşmanın bir tek tanesi bu toprak üzerinde kalmayıncaya ve gerekirse bu uğurda hepimiz Hasan Efendi gibi şehit olana kadar bu harp devam edecektir. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın! Bize sevinçten gözyaşı dökmek, halay çekmek ve beşeri hislerimizle ferdi hayatlarımızı yaşamak şansı ancak Türk’ün zafer işgalcileri hezimet gününde nasiptir. Bundan bir saat önce yıkılmak, ümitsiz olmak haramdır!”
Bu sözlerin asker üzerindeki tesiri fevkalade güçlü oldu. Üsküplü’nün sözleri, ninemin Yunus ilahisi kadar tesirliydi ama ninemim ki insana huzur, onunkiyse mücadele kuvveti veriyordu. Yenilginin, yoksulluğun ve ölümün ağırlığıyla ezilip dağılmış yüreklerimize ümit doldu ve beklenmedik bir şekilde toparlandık. Üsküplü İskender, lider vasfıyla doğan insanlar gibi nerede nasıl konuşması lazım geldiğini bilen ve buna muvaffak olan tesir gücü yüksek şahsiyetlerden biri. Onun etrafına yaydığı hayranlık ve güçlülük hissini, bazen sanki gözle görecek, elle tutacak kadar yakınımda hissediyor ve bundan ürküyorum. Daha önce kendimi ailem dışında hiç kimseye bu derece yakın hissetmediğimi bildiğimden olacak. Üsküplü’ye olan bağlılığım ve müfrit derece hayranlığım zaman zaman beni fevklalede şaşırtıyor. Zannımca içinde bulunduğumuz gayri tabii şartların meydana getirdiği aşırı hassasiyet vebir çeşit mübalağa hissi, onu fevkalbeşer biri gibi görmeme sebep olmaktadır. Onun sağlam ve muhteber şahsiyeti, erken yaşta öksüz kalmamım bende meydana getirdiği noksanlık duygusunu tamamlamaktadır belki de... bilmiyorum...
Muhabere alanında bir eli omuzumda askerlere yaptığı kısa ve özlü konuşmasından sonra ona minnetle baktım. Baktım ve aslında onu gördüm. O nikbin ve güçlü yüzünün arkasında ne kadar kederli ve yalnız, sert kabuğunun içinde ne kadar nazik olduğunu gördüm. Zannımca, görmeme müsaade ettiğim için görebilmiştim. Onunla böyle uluorta dertleşemeyeceğimi anladım ve kendi mıntıkama dönmek için atıma atladım. O zaman bana doğru yaklaştı; ‘’Hem biz ahiretlik değil miyiz Mülazım Ali Osman Efendi ? Bu dünyada olmazsa, öbür dünyada dertleşiriz, kardeş’’ dedi. Atımı sürmeden önce gülümsedim yüzümdeki gülümseme dondu. Vücudumda aniden tezahür eden bir ürpertiyle yola çıktım.
Ah Valideciğim ah ! zannımca bu mektubu size yollamam büyük bir hata olacaktır. Hayır, hayır, bunu yapamam. Bu mektubu saklayacağım. Bu mektubu harp sırasında gönderilmesi sakıncalı diğer mektuplarla beraber saklayacağım.
Muhterem Valideciğim,
Biraz önce son mektubunuz geldi. Güzide el yazınızı doya doya, tekrar tekrar okudum. Detayları bir edibe gibi lezzetle tasvir buyurmanızdaki letafet bana çoktan unuttuğum medeniyeti özletti. İstanbul ‘un müstesna havasını ciğerlerime doldurmak için mektubunuzu kokladım. Şimdi burada gece oldu. Hava felaket sıcak. Ortalık birkaç saattir durulmuş görünüyor. Kandil ışığında size yazmaktayım. Gökte nefis bir hilal ay var.
Bana yollamak istediğiniz fanela ve don için hiç zahmet buyurmayaydınız. Her ne kadar bütçenizin sarsılmadığını göstermek üzere ikişer adedini Karlman Pasajı ‘ından 88 kuruşa aldığınızı yazsanız da sakın ha yollamayınız. Kardeşim Salih giyer onları. Burada bulunduğumuz şartlarda benim çamaşır ve eşyaya ihtiyacım yoktur.
Bu vesileyle, Salih ‘in Kemani Ağa ’dan satın aldığımız gramofonla Viyana valsleri dinlediğini yazmana pek sevindim. O daha küçüktür. Harpten ve ümitsizlikten uzak kalmalıdır. Sizin Taaşuk-i Talat ve Fitnat romanını yeniden okuduğunuzu öğrenmek de beni sevindirdi. Halbuki ben sizi daha çok Eylül romanını pek beğenerek okurken hatırlamaktayım. Tabi birde elinizden hiç düşmeyen Mai ve Siyah... Siyah bir gecede İstanbul’dan ayrılan roman kahramanı Ahmet Demir’in hüsranını mükemmel tasvir ettiği için Halit Ziya Bey’i meth edişinizi görür gibiyim. Bunları düşününce, okuma koltuğunuzun cebinde mutlaka La Dame aux Camelias (Kamelyalı kadın) romanının bulunduğunu da hatırladım. Roman okumayı burada pek özledim . dönüşümde Şemsettin Sami Bey’in Taaşşuk-i Talat ve Fitnat romanını bende yeniden okumak isterim. Bu roman, gençlerin istemedikleri kimselerle izdivaç yapmalarını hicveden bir eser değilmiydi. Fakat benim şu sıralarda aklımda ıssız bir adada yapayalnız yaşayan Robenson var. Robenson romanını yanılmıyorsam, Şemsettin Sami Bey tercüme etmişti, yanılıyor muyum? Belki de bu romanı okuduğum seneler, ömrümün en mesut çocukluk günlerine tekabül ettiğinden burada en fazla Robenson’u düşünüyorum. Belki de onun o tenha odadaki yalnızlığıydı. Aklımı üşüten belki de medeniyeti özlemişimdir yüreğimi titreten... , Kimbilir ki kim bilebilir ki...
Allahın izniyle şehit olmaz da eve dönmezsem, sadece roman okumak değil, ayrıca sizinle Cadde-i Kebir’deki (İstiklal caddesi) Moskof sefarethanesi (Rus Büyükelçiliği) karşısındaki o müstesna sanatkar Terzi Nurettin Bey’e giderek , nefis ipekli ve yünlülerden bana şık kostümler, size tayyörler diktirmek hayallaei de kurmaktayım. Oradan çıkar ve tıpkı eski günleride ki gibi rahmetli pederimin, sahasında tek İslam müessesesi olarak benimsediği Selanik Bonmaşersi’ni ziyaret ederiz. Daha evvel orada görüp, beğendiğim körüklü bir fotoğraf makinesi vardı, onu almaya pek heves ederim. Tam burada, izniniz olursa Valideciğim, hayallerimi biraz daha büyütmek istiyorum. Gülümsediğinizi görüyorum. O halde buyurunuz efendim , cadde-i kebirdeki alışverişimiz bitince,” haydi!” deriz. Göksu’ya Müheyyed Hala’nın yalısına gitmek üzere önce bir atlı araba kiralar, devamında bir sandalla yeniden atlı arabayla yalıya varırız. Siz yolda nefeslenmek için kışsa sahlep, yaz ise şerbet içersiniz. Müeyyed Hala bizi muhabbetle karşılar, yedirir, içirir. Ve tabi yine bize gına getiren çocukluk hikayelerini bininci defa anlatır. Siz ve ben gizlice gülerek ama şikayet etmeden gülerek, toleransla bakışırız. Bir ara rahmetli pederimden ona yadigar kalan, seyis dürbünü ile Göksu deresinin tertemiz sularını seyrederiz. Sonra yeniden yola düşer, yazsa Beylerbeyi’ndeki yalıya, kışsa Fatih’teki konağa döneriz. Yazsa yalının sonunda Atifet Kalfa’nın pişirdiği yorgunluk kahvesini(siz şekerli, ben sade) içtikten sonra, siz keyiflenip, piyanoda çok güzel meşk ettiğiniz Dede Efendi veyahut Chopin çalarsınız. Boğaziçi’nin her Allahın günü yeniden tazelenip , her gün yeniden coşup sizin güzel rayihanızla(koku) bereketlenen evin huzurunu içime çeker, doldururum. Siz o zaman durup bana bakarsınız, ah o bakışınız, ah burada pek büyük hasretle yandığım, sevgi yüklü ana – oğul bakışma anları... ancak bir ananın evladına baktığında, gözlerini ağzına kadar dolduran tolerans , sevgi ve her fedakarlığa hazır olmanın, o emsalsiz kuvveti. Bu kuvvet öyle emsalsizdir ki, dünyanın en kuvvetli, cesur ve tecrübeli askeri bile bir ananın kuvveti ile rekabet edemez. Hayır, bir ananın ancak evladı için sakladığı, ve onun uğruna her şeyi göze alan tabiat üstü kuvvetidir ki, erkeklerin bir kadınla asla başa çıkamayacağı iki şeyden biridir.( Kadınların diğer kuvveti hakkında henüz fazla tecrübeli değilim. Ama her erkek çocuğu, bu gücü ve onun büyüklüğünü daha kendi cinsiyetini fark ettiği en küçük yaştan itibaren idrak etmiştir.)
İşte siz Valideciğim , o bakışma anında siz, burada geçen her gün derin bir hasretle, andığım o zeytin renkli o gözlerinizle bana sevgi yağdırırsınız. Ben de hangi yaşta olursa olayım, bakışlarınızdaki sevgiyi başka bir kadında asla aynı cömertlikte bulamayacağımı bilmemin aç gözlü huzursuzluğuyla size gülümsedim. Siz belki de büyüdükçe rahmetli pederime, daha da fazla benzediğini söylenen yüzümde hasret getirir. O yattıkça bana uzun ömür dileyerek dua okursunuz. Ben bilmezmiş gibi yaparım.
Ahh canınızı sıkmıyorum inşallah? Lütfen izin verirsiniz de beni , yazdıkça bu cehennemden kurtarıp, mesut eden hayallerime devam edeyim.
Müteakiben (ardından) akşam çöker. İstanbul’un harikulade renklerle akşama duruşunu haz içinde ruhumuzun derinliklerine saklar, ruhumuzu, hazinesi altınlarla dolu miraceler misali zenginleştiririz ve kapı çalar o gelir. zabit üniforması içinde o pek sarışın, yakışıklılığı ve vakur duruşuyla, Üsküplü İskender hanemize adeta bir güneş gibi doğar. Bir harp çocuğu olmasına rağmen sizin piyanoda çalmakta olduğunuz eserin , Chopin tarafından bestelendiğini bilecek kadar kendisini yetiştirmiş, musikiden anlayan bir insandır. Salih’e bir Fransızca roman getirmiştir; muhtemelen bir Hugo. Size Gala Peter veyahut Nestle sütlü çikolata bonbonlarından sunacak, Atifet Kalfa’ya bir lavanta losyonu, bana da Kibar Ali markalı cigara kağıdı hediye edecektir. Yemekten evvel , rahmetli pederimin sizi yıllarca mide , sinir ve bütün organlara fevkalade güç veren bir likör diye aldatarak içirdiği Perfeksiyon Viskisi’nden ikram ettiğini söyleyecektir. Salih gazlı limonata içerken , ben Olymo,pos birası, siz ve Atifet Kalfa, ev yapımı ahududu likörü yudumlayacaksınız.
Artık vatan büsbütün bağımsız ve hür olduğundan, hepimiz milletimiz ve memleketimiz için maarif(eğitim) ve iktisat sahalarında yapılması zaruri reformlar üzerine derin bir sohbete dalacağız. Çünkü pek meşakkatli ve kanlı bir tecrübeden , elbette Çanakkale’nin de dahil olduğu Zafer-i Nihayi’den sonra artık Türk Milletinin ancak ilim, irfan ve fen yolunda başka yolda ilerleyemeyeceği anlaşılmıştır.
Değerli Valideciğim, bu güzel hayallerimi sanki kıymetli varlığınız karşımdaymış gibi mutlulukla kağıda dökerken, dışarıda bombalar patlamaya başlamış bulunmaktadır. Yeniden bir fasıla vermeden , günlerdir devam eden bu uzun ve çileli mektuba son verir, mukaddes ellerinizden öperim. Canım , hayali daima yanımda dolaşarak beni koruyan, kokusu burnumda tüten , çok sevgili anacağım benim. Salih’i de kucaklıyorum.
Sizi ebediyyen seven
Oğlunuz
Mülazım Ali Osman
Çanakkale Cephesi
Hamiş(ek): Bu mektubu size yollamakta mütereddit(kararsız) olsam da hemen elinize geçecekmiş gibi katlayıp, kalbimin üzerinde taşıyacağım.
SERDEM
Açık Profil bilgileri
SERDEM - Özel Mesaj gönder
SERDEM - Daha fazla Mesajını bul