Konu
:
Mektup Türleri ve Örnekler
Tekil Mesaj gösterimi
20.07.08, 13:17
#
2
(
permalink
)
Kullanıcı Profili
SERDEM
S.Moderators
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Mar 2008
Mesajlar: 7.687
Konular: 6910
Puan Grafiği
Rep Puanı:11076
Rep Gücü:20
RD:
Teşekkür
Ettiği Teşekkür: 47
464 Mesajına 935 Kere Teşekkür Edlidi
:
Mektup Türleri ve Örnekler
3 mayıs 1915 Pazartesi
Gelibolu
Sevgili Anne, Baba, Helen ve Küçük Stuart,
Hayaller bitti. Fransa ya da anavatan İngiltere ’ye gitme hayallerimiz yok oldu. Mektubun üst köşesindeki nottan da anlayacağınız gibi size bu satırları derin bir hayal kırıklığıyla çetin şartlar altında Gelibolu dan yazıyorum. Bizi Fransa yerine Gelibolu’ya yollamaları anlaşılır gibi değil, ama gerçek şu ki, biz Gelibolu’dayız.
Mısır’da ki monoton hayattan sıkılıp, “Haydi beyler bu kadar gösteri yeter, artık biraz erkek işi hareket, biraz tehlike!” diye hava atanlarla birlikte bencileyin Fransa’da bir “Avrupa tecrübesi” yaşamak isteyenleri, hepimizi gemilere doldurup Batı yerine Doğu-Akdeniz’e yolladılar. Dokuz gündür buradayız.
Oysa daha iki hafta önce Russell’la ben İskenderiye üzerinden Marsilya’ya kaçıp, orada Almanlarla savaşmayı düşünüyorduk. Ne olacaksa artık olsun, yeter ki bu çölde bir dakika daha kalmayalım, tek arzumuz buydu. Ayrıca İngiltere’nin yüksek menfaatlerine hizmet etmek için hepimizin nasıl can attığını düşünürseniz, durumumuzun vehametini anlardınız. Yalnızca çöldeki monotonluk değil, ayrıca belirsizlik denen baş belası da hepimizi asabi ve huzursuz yapmıştı. Olur olmaz şeylere sinirlenen , kavga çıkartan insanlara dönüşmüştük. Bir tek bizim Maoriler hariç. Bizim Anzak ordusunda bulunan Maori askerler Mısır’da olmaktan hiç şikayet etmedikleri dibi, aralarında çöl ikliminin yapış yapış ve boğucu havasını beğenenler bile vardı. Bizim çocuklar bile bu duruma şaşırdılar, fakat ben Maoriler’i anladığını sanıyorum. Ne de olsa yüzyıllardır Yeni Zelanda2dan dışarı çıkmamışlardı ve Mısır’da bu bakımdan düşünülünce, son derece ilginç bir kültüre sahip elbette. Bizim Maoriler’in iri yarı , güçlü kuvvetli bedenlerinden hiç beklenmeyen rahatına fazla düşkün, yufka yürekli tabiatları da İngiliz kumandanları şaşkınlığa uğrattı. İngiliz kumandanlar, Maoriler’in önceden sandıkları gibi boylu poslu vücutlarının ardında demirden yapılmış askerler olmadığını keşfedince, “ Savaştan önce yollarda ölür bunlar” diye endişelenmeye başladılar.
Bize gelince, Yeni Zelanda’dan ayrıldığımızdan beri gittiğimiz yol hesaplanırsa, şimdiye kadar tarihte hiçbir askeri kuvvet savaşmak için bizim kadar yol kat etmemiştir. Bu yol o kadar uzundu ki, aramızda Russel gibi,” Biz savaş meydanına varana kadar savaş çoktan bitecek” diye üzülenler bile vardı. Fakat bu konudaki bütün kaygılar boşa çıktı. Hayır savaşı kaçırmamıştık. Hatta savaşın en koyu ve en kanlı sahnesini biz başrol oynayalım diye bekletmişlerdi bile...
Sevgili anne, baba, dik kafalılığına her zaman hayran olduğum kız kardeşim ve küçük, akıllı Stuart, burada, Gelibolu Cephesinde hayatın bambaşka yönlerimi keşfetmeme sebep oluyor. Olayları meydana getiren sebeplerle farklı yönlerden bakmaya ve anlamaya çalışıyorum. Bunu yapacak yeteneğim ve sabrım olduğunu bilmezdim. Yani tamamen hazırlıksız olarak içine düştüğümüz bu güç şartlar, hepimizde kendimize ait bazı tuhaf keşiflere yol açıyor. İnsan zor ve tehlikeli durumlarda kendisini daha iyi tanıyormuş desem, beğenir misiniz?
Oysa 10 Nisan’da İskenderiye Limanında yüzlerce savaş gemisini yan yana görene kadar her şey sanki bir şakaydı ve bizler şortuyla pikniğe yollanmış izcilerdik. Telaffuz etmeye çekinsek de İskenderiye Limanı’nı ürkütücü bir azametle dolduran o savaş gemilerini gördüğümüz anda , birbirimizin yüzünü bakamayacak kadar çok korkmuştuk. Bir limanı dolduran yüzlerce savaş gemisini gözümüzde canlandırabilir misiniz? Bunu yapabilir misiniz? Birazdan o gemilerden birine binip, savaşa gitmek anı? O an . hani artık kabustan sıkılıp, uyanmak istediğiniz o tehlikeli an gelmiştir de bunun bir rüya olmadığını tam o sırada anlamışsınızdır. Öyleydi... galiba öyleydi. Sonra o gemilerden birine bindirildik. Fakat bindirildiğimiz savaş gemisinin güvertesinde uyurken hala varış yerimizi bilmiyorduk. Yani binlerce genç asker , nereye gittiğimizi bilmeden bir savaş gemisinde yol alıyorduk. Bunu anlamak zordur. Çok zordur. Belki de yaşamadan anlaşılmayacak o durumlardan bir tanesidir. En iyisi anlamaya hiç uğraşmayın. Fakat o sırada hala kendi aramızda şakalaşmayı ful istim sürdürüyorduk: “Ohh be, Mısır’dan kurtulduk ya sen ona bak! “ Neresi olursa olsun Mısır’a göre daha Kuzey’e ve Batı’ya gidiyorduk. Hurrah!
Bazıları Filistin’e ya da Gelibolu’ya yollandığımızı söylüyordu ama bu adlar biz de egzotik bazı imajlar dışında hiçbir duygu, asıl önemlisi gerçeklik duygusu yaratmıyordu. Filistin neyse ama Gelibolu da neyin nesiydi? Yunanistan ile Küçük Asya arasında , Avrupa kıtasında bir yarımada olduğunu haritadan biliyorduk ama o kadar. Bir de savaşmaya can attığımız Almanlarla müttefik olan Türklere ait topraklar olduğunu...
Biz Yeni Zelandalı ve Avustralyalılar’ın Batı’ya ve Kuzey’e gitme konusunu neden bu kadar önemsediğimizi ve bu konuda neden heyecanlandığımızı İngilizler pek anlamıyorlar. Bu heyecanımıza şaşırdıklarını da gizlemiyorlar. Doğrusu bende İngilizlerin bizi neden pek çok konuda anlayamadıklarına şaşırıyorum. Halbuki bu yolculuktan, aman pardon ya, bu seferden önce demek istiyorum, bir İngiliz’le bir Yeni Zelandalı’nın arasında anlayış ve kültür farkı olacağı benim aklıma bile gelmezdi. Yeni Zelanda’da yaşarken Kral ve anavatan bize yüreğimiz kadar yakındı. Kral: Büyük Britanya Kralı, anavatan: İngiltere. Bu elbette Avustralya için de böyle. Fakat gerçeğin bir de öteki yüzü varmış. Şöyle ki; İngilizler bizi taşralı olarak küçümsemekten hiç çekinmiyorlar. Ayrıca topluca Anzaklar’ı disiplinsiz, eğitilmeyen, asi bir insan topluluğu olarak gördüklerine dair dedikodular yayıldıkça huzursuzluğumuz artıyor.
Oysa bizim Yeni Zelanda Okul Gazetesinin: “(Britanya) İmparatorluk sizlere ihtiyaç duyduğunda, sorumluluk ve güçlükleri yüklenmeniz için size güveniyor.” Diye yazdığını daha bugünmüş gibi hatırlıyorum. Sonra New Zeland Herald gazetesi editörünün: “ Biz asla askeri bir toplum olmadık, biz donanma insanlarıyız. Biz 400 yıldır savunma ve güvenliğimiz için donanmamıza güveniyoruz.” Diye yazdığını unuttunuz mu? Peki orada bahsettiği BİZ kimdir Tanrı aşkına? Biz Yeni Zelandalılar mı, İngilizler mi? Yoksa benim sandığım gibi hep beraber oluşturduğumuz BİZ mi? Artık emin değilim. Editörün yazısında, “ BİZ donanma insanlarıyız.” Dediği insanlara Yeni Zelandalılar’ın dahil olduğundan kuşkuluyum. Donanma insanları? Biz mi? Buna belki Russell gibi yüreği aşırı milliyetçilik sebebiyle sağır ve kör olmuş ya da ağabeyim Will gibi aklının nerdeyse tümünü Tanrı’ya teslim ettiği için kendisini düşünemeyen Yeni Zelandalılar inanır. Bana gelince, ben bu yolculuğa, pardon sefere çıktığımızdan beri gördüklerimden sonra , New Zeland Herald editörünün Yeni Zelanda’yı Britanya’nın denizaşırı bir şubesi gibi gördüğünü düşünmeye başladım. Bu tıpkı, Yeni Zelandalı kadınların en önemli varoluş sebebinin (Britanya) İmparatorluk için daha sağlıklı bebekler yetiştirmeleri olduğunu düşünmek kadar sömürgeci bir tutumdur. Biliyorsunuz, bize bunlar da söylenmişti ama ancak “ev” den millerce uzakta ve savaş alanında olmam pek ironik değil mi?
Evet Yeni Zelanda’nın şehirleri küçüktür, fabrikaları azdır. Bizler hala çiftliklerde yaşarız ve köylü sayılırız. Ormanları, kırları severiz. Buna karşılık hayattaki en büyük idealimiz,Yeni Zelanda’yı İngiltere’yi besleyecek büyük ve verimli bir çiftlik yapmaktır. Sakın kızmayın bana, ama öyle değil mi yani; yalan mı sanki? Bu düşüncelerim özellikle Gelibolu denen yerde bana dokuz yıl gibi gelen sadece dokuz gündür yaşadıklarımdan sonra sanki uzun zamandır deniz dibinde saklı bekleyen birbirine bağlı büyük bir batığın aniden su yüzüne çıkması gibi önüme diziliyor. Ben hiçbir şey yapmasam da yaşadıklarım beni ister istemez batığı görmeye itiyor. Ve bu düşünceler ruhuma acı veriyor. Will dua etmemin ruhumu huzura kavuşturacağını söylüyor. Russell bir Yeni Zelandalı’nın İngiltere’ye Kral’ a bağlılığını sorgulamasının bozulmuşluk, ahlaki bir çöküş olduğuna inanıyor ve yoldan çıkmamam için kendince, hamasi nutuklar atarak bana yardımcı olmaya çalışıyor. “ Eğer birkaç Türk öldürürsen rahatlarsın.” Diyor. Keşke haklı olsaydı. Bunları düşündüğümde romancı Anthony Trollope’in eskiden muhalif ve fazla gururlu bularak ve fazla gururlu olarak kızdığım(ız) sözleri geliyor aklıma. “Biz Yeni Zelandalılar, kendimizi Britanya İmparatorluğu’nun kreması ve İngilizler’den daha fazla İngiliz sanıyoruz.” Dediğinde haksız mıydı acaba? Baba sen anlatmaz mıydın, 20. Yüzyılın başında 14-30 yaş arasındaki bütün Yeni Zelandalı erkeklerin zorunlu askerlik eğitimi almasına ses çıkarmamıştık, diye... sonra askerlik karşıtı pasifistlere hapis cezası verildiğinde yine toplum sessiz kalmıştı. Peki, İngiltere’den bile henüz geniş çaplı ve sert bir askerlik sistemi yokken bizim bu hevesimiz bir şeyi kanıtlama çabası değil de neydi?
Oysa bizi İskenderiye’den Limni Adası’na getirdiklerinde, hala masum bir Yeni Zelandalı’ydım. Dardanelle’e (Çanakkale Boğazı) 50 mil uzaklıkta, Mısır’da geçen monoton günler ve çöl ikliminden sonra Ege Denizi ve bu Yunan Adası bize çok iyi gelmişti. Fazla ağaçlıklı olmasa da yağmurların etkisiyle toprak yeşil bir bitki örtüsü ve sarı-kırmızı çiçeklerle donanmıştı. Bizde sonbahar olan nisan ayı, Kuzey yarımkürede ilkbahar demekti, fakat bizim buna alışmamız hiç de zor olmadı. Limni adasının tabiatı ve iklimi moralimizi düzeltmişti. Will bize Limni adası toprağının, antikçağda yılan sokmasına ve vebaya karşı ilaç olarak kullanıldığını anlattı. Ayrıca Ege denizindeki bu adalar ve Gelibolu’nun oralarda bir yerde bulunan Truva, mitolojinin, Odesa ve Afrodit’in anavatanıymış. Yani şimdi antikçağın Tanrı ve Tanrıçalarının evindeyiz ve onlar gibi bizde savaşacağız, diye gülümsüyorduk...
Russell, bizi Limni adasında katılan müttefikler arasında Fransızlar’ın Afrika’da ki sömürgelerinden getirilen zenciler, İngilizlerin Hindistan’dan getirdikleri Gurka ve Sih paralı askerleri ve Filistin’den gönüllü olarak gelen Siyonist Birliklerin’de olduğunu söyleyerek moralimizi yükseltiyordu. Oysa Mısır’dayken (Britanya) İmparatorluk Hükümetinin, sömürgelerindeki yerli halkları Avrupa’da ki savaşlarda kullanmaya isteksiz olduğunu duymuştuk. Ama gerçek öyle değildi, bu güzel Ege adasında Hintli Sih ve Gurkalar, bizimle beraber İngiltere adına Almanlar ve Türklerle savaşmak için bulunuyorlardı. Bu Hintlilerin arasında Müslümanların da olduğunu düşünmek, tuhaf bir duygu veriyor bana. Ya da yakın zamana kadar Osmanlı <imparatorluğunun bir eyaleti olan Mısır’daki Müslüman Arapların Türklerle savaşmaya giden bizlere kollarını açmaları Türkler için hazin olmalı... Bu, tıpkı bir gün bizim İngiltere ile harp etmek isteyen bir Müslüman orduya yardım etmemiz kadar mantıksız ve tedirgin edici bir duruma benziyordu.
24 Nisan akşamı bandolar eşliğinde sanki bir festivale gidermişcesine gemiler Limni’den ayrılmaya başladı. Biz kendi gemimizin güvertesinden gidenleri seyrettik. Bir İngiliz savaş gemisi yanımızdan süzülüp giderken , yan tarafına büyük harflerle yazdıkları yazı dikkatimizi çekti: “ÖNCE KONSTANTİNOPOLİS’E, SONRA HAREMLERE HÜCUM!” Çok güldük tabii. Gülmekten karnımız ağrıdı. Fakat şimdi düşünüyorum, İngilizlerin asıl amacı Konstantinopolis’i mi almak sahiden? Biz şimdi Gelibolu cehenneminde bunun için mi bulunuyoruz yani?
Avustralyalılar gece karanlığında, biz sabah 06’da Limni’den ayrıldık. Acaba burayı tekrar görebilecek miyiz? Bu kaygı hepimizin içini sessizce kemiriyordu. Yolculuğumuzun ilk saatleri unutulmayacak kadar güzeldi. Sabah 08’den itibaren top gürültüleri ve uğultuya benzer sesler duysak da biz daha çok Ege denizindeki manzaranın güzelliğiyle büyülenmiştik. Ege denizinin rengi maviyle yeşilin çok güzel miktarlarda karışımından meydana gelmiş. Rengi... nasıl desem, insanı coşturan bir tılsıma sahip. Bizim okyanusun ne kadar şahane renklerle oynaştığını bilen birinin Ege Denizine övgüde bulunabilmesi, bu denizin bütün o mitolojik hikayeleri hak ettiğini gösteriyor. Ege’nin insan ruhu üzerindeki pozitif ve yatıştırıcı bir tesiri var.
Bir süre sonra bizim gemilerden gelen heybetli top sesleri ve uzaktan görülmeye başlanan Gelibolu tepelerinden yükselen toz bulutları artık dikkatimizi Ege’den kopartmıştı. Bu manzaraya bakınca Türk ordusunun zaten erimeye başladığını düşünüyor, bize fazla iş kalmayacağını sanıyorduk. Üzerimizde bizim uçaklar, gözetleme balonları uçuyor, savaş gemileri top ateşiyle nakliye gemilerini koruyordu. Kendimizi güvenli ve güçlü hissediyorduk. Sakindik. Hala sakindik. Hatta bazıları güvertede uzanmış kitap okuyordu. Kimisi roman, kimisi Will gibi İncil.
Kahvaltıda karnımızın iyice doymasına aşırı itina gösteren komutanların şefkatli ilgisi beni huzursuz etmekle beraber, bunu ne Will'e ne de Russell’a belli etmiyordum.
Bulunduğumuz Gelibolu’ya yaklaştıkça tepelerden yükselen dumanlar artıyor, makineli tüfek sesleri çoğalıyordu. Fakat biraz daha yaklaşıp ve dikkatle bakınca gördüğüm manzarayı hayatım boyunca asla ama asla unutmayacağım. Donup kalmıştım. İleride Avustralyalılarla dolu filikaların Türkler’in hunharca ateşi altında öylece, dosdoğru Gelibolu sahiline ilerlediğini görmüştüm.
Filikadaki askerler,
Avustralya orada olacak
marşını bağırarak söylüyorlardı. Sonradan, o mesafeden ve o kadar gürültü içinde bunu duymanın imkansız olduğunu düşünsem de yemin ederim, o sırada duymuştum. Filika ilerlerken askerlerden bazıları Türklerin kurşunlarıyla vuruluyor, sapır sapır suya düşüyordu. Askerler, yani bizim Anzaklar vurulup ölüyorlardı. Orada , Gelibolu sahillerinde. Ve sahilde... Aman Tanrım, sahilde yüzlerce ceset yüzüyordu! Buz gibi oldum. Ürkmüştüm. Çok ürkmüştüm. Kar yağıyormuş gibi üşümeye başladım.
Gemimiz ilerledikçe arkada, üzerleri tek tük çalılarla kaplı sarp tepeler ve dik kayalıkların yer aldığı bir plaj gördüm. Gelibolu bumuydu? Biraz ileride tepelere tırmanmaya çalışan Avustralyalılar Türklerin acımasız kurşun yağmuru altında sapır sapır dökülüyorlar , ama sağ kalanlar kahramanca yeniden tırmanmaya devam ediyorlardı. İleri giderken , arkadan kendi arkadaşları tarafından yanlışlıkla vurulanlar oluyordu.
Türklerin canavar ruhlu ve sineklerden daha miskin olduklarını duymuştuk. Mısır’da İngilizce olarak yayınlanan Egyptian Gazete’de Türklerin Anadolu’da(Asya’da ki toprakları demekmiş) yaşayan bütün Hıristiyanlara işkence ettiklerine dair sık sık haberler çıkardı. Avustralyalı askerlere yollanan Argus gazetesinde Türklerin işkence ve eziyet etmeyi seven cani ruhlu insanlar olduğu yazıyormuş. İşte o kayalık Gelibolu sahillerinde Avustralyalılara ateş açan bu Türklerdi. İyide bu Türklere karşı bizi neden bu koydan karaya çıkartıyorlardı? Sahilde çıkarma yapmak için çok daha müsait plajlar varken bizi neden bu zor ve kayalık yere çıkarttıklarını anlamıyorum. Bu bir yanlışlık olmayacağına göre , belki bizim kafamızın yetmeyeceği bir askeri strateji meselesidir. Yine de yüksek tepelerin arkasına saklanan Türklerin bizleri kumara (tatlı patates) toplar gibi vuracağını bir er rütbesinde olan ben bile anlıyorum ama ... aklıma, bir generalin hatalı kararının bedelini bizzat canımızla ödeyeceğimiz gibi korkunç bir ihtimal geliyor ama çabucak kovuyordum onu oradan. Çünkü birazdan filikalara konup, o sahile bizde yollanacaktık. Gerçi hiç birimizde savaşacak hal yoktu. Biz bunun artık bir tatbikat, bir prova olmadığını kavramıştık. Bu savaştı. İşte savaş buydu! Oyun veya şaka değildi, savaş; ölmek yada öldürmekti. Çirkindi, mantıksızdı, ilkeldi. Bu güzel havada, bu güzel Ege denizinde , bu güzel yaşımızda tanımadığımız birilerinin memleketinde ölmek akıllıca bir şey değildi. Hiç değildi. Dönüp Will’e baktım. Sakin görünüyordu ama bembeyazdı. Birkaç saat önce:” Bugün hayatımın en büyük günü olacak!” diye gürleyen Russell’a baktım. Göğsü hızla inip kalkıyor, çene kasları titriyordu. Yumruklarını sıkmış, nefretle başını sallıyordu.
Sonra bizlerde filikalara bindirildik ve Gelibolu sahiline doğru ateş altında dosdoğru yol aldık. Saate baktım; yerel saatle 09:30 idi. Yeni Zelanda’da saat 19:30 olmalı, diye düşündüm, çay vakti çoktan geçmiştir. Doğru hesapladım mı bilmiyorum ama Gelibolu’nun Mısır’la aynı zaman diliminde olduğunu daha önce bize söylemişlerdi. Zaten ne fark eder? O sırada ne yaptığımızdan çok, benim sizi nasıl hayal ettiğim önemliydi ve ben sizi çay içip, bisküvi yerken düşünmeyi arzu ediyordum. Bunu çok arzu ediyordum. Çünkü aynı sırada biz, savunmasız, filikalar içinde Türklerin talim hedefi, Gelibolu sahillerine ilerliyorduk. Donmuştuk. Kaderimize boyun eğmiş bir halimiz vardı. İçimizde bir an önce sahile çıkıp düşmana haddini bildirmek heyecanıyla yanıp tutuşanlar çoğunluktaydı ama korkarım onlarda artık burada bulunmamızın nedeni konusunda konuşmaktan çok, “ Ne olacaksa olsun, bize ateş açan her kimse onunla savaşalım, bitsin bu iş” noktasına gelmişlerdi. Açıkçası soru sormak için çok geçti. Biraz önce hepimizi romantik hayallere, derin bir ruh huzuruna kavuşturan Ege denizinin üstü cesetlerle doluydu ve tarifinde zorlandığım o muhteşem mavi-yeşil rengi artık kıpkırmızıydı. Hatta sonunda filikayla kıyı arasında cesetlerden bir iskele oluşmuştu. Hayır, yanlış yazmadım, suyun üzerinde yüzen cesetler yan yana dizilerek bir iskele inşa etmişlerdi. Deniz, Türklerin üzerimize attığı bombaların şarapnelleriyle köpük köpüktü. Biraz önce bize güzelliklerini sunan Ege denizi Gelibolu’da öfkeden kudurmuş, kıpkırmızı kesilmiş, sanki bizi ret ediyordu. Bizse sanki topluca intihar ediyorduk. Bizi Türkler değil, O yanlış sahile çıkarma emri verenler öldürüyorlardı. Durum o kadar akıl dışı ve çıldırtacak kadar acıydı ki, ben aniden sağır oldum. Bütün o top tüfek sesleri, bağırışlar kesildi ve boşalan kulaklarım birden Ave Maria ilahisiyle doldu. Ave Maria... birisi bir kadın söylüyordu ve çok güzeldi. İçim açıldı, biraz soluk aldım. Endişe ile kasılmış yüzüme huzurlu bir gülümseme yayılmıştı ki, Will bana bağırıp kolumdan çekiştiriyordu. Onu duymuyor ama ağzının hareketlerinden bağırdığını anlıyordum. Ona sadece gülümsüyordum. Çünkü bu ilahiye o sırada benim için kim söylüyor idiyse ona minnettardım. Ömrümün sonuna kadar da minnettar kalacağım. Tanrı ondan razı olsun. Filikalarımız, şiddetle sarsıldığında dönüp baktım, bizim filikanın içinde dört askerin öldüğünü o zaman gördüm. Üzerime kan sıçramıştı, filikadakilerin ağzı açık ve hareketliydi ama ne çığlıkları ne de sesleri vardı. Kulaklarım, çevremdeki sesleri duymuyordu. Kulaklarım, yalnızca muhteşem bir soprano sesinin en fazla yükseldiği, tepeden söylediği Ave Maria ilahisiyle çınlıyordu. Bu çınlamayla başım dönüyordu. Olup biteni ben değil de başkası yaşıyormuş gibi izliyordum sanki. Sonra taze ölülerin hazırladığı ceset iskelesinden atlayarak sahile çıktık. Kan kokusunun böyle güçlü olduğunu bilmezdim. Toprağa ayak bastığımda ilahinin sesi kesildi. İlahi bitti, savaş başladı. Gelibolu topraklarına ayak bastığımızda artık bütün masumiyetim Ege denizinin derinliklerine gömülmüştü. Bütün masumiyetim.
Dokuz gündür buradayız ve Tanrı’nın bir mucizesi olarak hayattayız. Bize söylenen tek şey :”Kazın, toprağın daha çok kazın!” idi. O kadar. Bu kazmak emrini bize yollayanın , açıkta demirlemiş gemisinde bulunan Amiral Hamilton olduğu ama asıl patronunun Londra’da rahat rahat çayını yudumlayan Donanma Bakanı Bay Churchill adında biri olduğu söyleniyor. Bakan Churchill’in buralarda çok sevildiğini söyleyemeyeceğim. Ayrıca 400 yıllık muzaffer geçmişi ile övünen İngiliz Donanmasının çıkarma yapmak için bu kadar elverişsiz bir sahili seçmesinin sebebi bize hala açıklanmış değil. Burası tam anlamıyla cehennem tepeleri denecek bir yer. Buraya çıkartılmamız ancak bir donanma gafı olabilir. Çünkü burada tamamen birer av pozisyonundayız. Kimbilir, belki bizler büyük bir donanma gafının kurbanları olarak tarihe geçeriz. Fakat bu tarih yazılana kadar hayatta kalmak ve kazmak zorundayız. Dokuz gündür siper kazmaktan ve Türklerin karşı saldırılarından korunmaya çalışmaktan başka düşündüğümüz yok. Düşünmek, burada çok tehlikeli bir şey. Gündüzlerin çabucak bitmesi için dua ediyoruz. Çünkü gece olduğunda hayatta kalma şansı daha büyük. Geceleri düşman ışıldaklarına yaptığımız atışlarsa, sanki aya ateş etmek kadar hayali geliyor bana.
Fısıltı gazeteleri, ilk gün 700’den fazla Yeni Zelandalı’nın ölmüş olduğunu söylüyor. Bu sayı doğruysa Avustralyalı’ların kaybı 2-3 kat daha fazla olmalı. Garip değil mi, bize miskin, tembel, beceriksiz, artık iyice çözülmüş ve silahları eskimiş, dökülmüş durumda olduğu söylenen Türkler, günlerdir tam tersine donanımlı, cesur ve atak dövüşüyorlar. Yoksa biri bize durmadan pis şakalar mı yapıyor? Moralimiz pek de yüksek sayılmaz. Bulunduğumuz koyda bir kapana sıkışmış gibiyiz. Tepelerin eteklerinde kıvranan böceklere benzediğimizi düşünüyorum. Ağzımızda toprak tadı, kum parçaları. Russell çok küfürbaz ve inanılmaz asabi birine dönüştü. Will ise iyice içine kapandı. Onu, yaralıların sahra hastenesi çadırlarına taşıması işine verdiler. Sedyecilik yapıyor. Bazen de ölü taşıyor. Kimi zaman bana baktığında, beni gördüğünden şüpheye düşüyorum. İşin başka tuhaf yanı, bu kadar çok insan ölmesine rağmen, ortada tek Türk görünmüyor. Hangi yöne ateş edeceğimizi bile bilmiyoruz. Her yerde, her tepede ve çalı arkasında bir Türk olabilir. Bize hiç beklemediğimiz zamanlarda ateş yağdırıyor, sanki bizimle alay ediyorlar. Ortada düşman yok ama ölü çok. Bu Türkler, Doğunun bütün gizemini kendilerinde mi topladılar? Hayalet mi bunlar yoksa? Gerçek şu ki , Gelibolu’nun dağları Türk doğuruyor! Ayrıca bu Türklerin işin ucunu bırakmaya hiç niyetli görülmeyen zorlu savaşçılar olduklarını düşünmeye başladık. Onlar şimdi bizde olmayan bir güce sahipler. Çünkü, Türkler , memleketlerini savunuyorlar.
Russell Türklerin bizim dilimizi anlamadıklarını söylüyor ve onlara küfrediyor. Türklerin kendi komutanları olmadığını ordularını Alman Generallere teslim ettiklerini söylüyor. Ona;” İyi ama bizim ordumuzu da İngiliz Generaller yönetiyor.” Deyince, bana çok kızıyor ve ikisinin aynı şey olmadığını iddia ediyor. Bunu ne zaman konuşsak kavga ediyoruz. Ama sonuçta hepimiz Almanlardan nefret ediyoruz. Biz buraya onlarla savaşmaya geldik.
Çevremizdeki bütün kaos ve huzursuzluğa inat , burada dağ taş kırmızı gelinciklerle dolu. Çadırımızın içi ve dışı , parlak kırmızı rengiyle yaşamın güzelliğini ve çoktan unuttuğumuz aşkı bize hatırlatan gelincik halılarla döşenmiş durumda. Sizin için bir tane kurutup, bu mektubun arasında yollayacağım. Ama sakın kuruyunca oluşan bordo renge aldanmayın. O renk ölü gelinciğin rengi. Siz ona burada, Gelibolu’da yaşarken görmelisiniz; burada kendi topraklarında, yeşil çimenler üzerine parlak kan damlası renginde pırıl pırıl yaşarken. Gelibolu gelincikleri, güzellikleriyle içimi acıtarak, sevindiriyor beni, tıpkı şu anda dünyanın başka yerlerinde sevgilileriyle el ele dolaşıp bira içen yaşıtım gençlerin varlığını düşünmek gibi bir duygu bu... Evet, Gelibolu gelincikleri böyle bir duygu işte...
Çadırımı Will ve Russell’la paylaşıyorum. Bitişik çadırda Auckland’dan ragbi oyuncusu iki çocuk var. Nick ve Vick . İkisi de kırmızı saçlı, galiba kuzen oluyorlar. Neşeli çocuklar, hemen her şeye gülüyorlar. Her gün kaç Türk öldürdüklerini anlatırken, sanki o gün kaç tane koyun kestiklerinden bahsedermiş gibi bir halleri var. Bana geçenlerde, Norman Lindsay adlı bir asker tarafından çala kalem çizilmiş bir karikatür gösterdiler. Karikatürün çizildiği kağıt elden ele dolaşmaktan kırışmış, paçavraya dönmüştü. Karikatürde, burada savaşan memleketleri birer hayvan temsil ediyor. Kepi ve ragbi topuyla bir kivi kuşu, tahmin edileceği gibi bizi simgeliyor. Karikatürün ilk karesinde şapkasında Avustralya yazılı bir Avustralya ayısı Koala ve kivi kuşu ragbi maçında oynuyorlar. Maçın skoru, Avustralya:3, Yeni Zelanda:20. Ve koala , bizim kiviye “ keşke kriket oynamayı bilseydin!” diyerek laf yetiştirmeye çalışıyor. Sonraki karede kivi kuşu silah takınıp, kepine asker şapkasıyla değiştirmiş olarak yola düşmüş görünüyor ve,” Bir Hindi (Turkey) ile dövüşmeye gidiyoruz, anlaşılan.” diyor. Üçüncü karede, yara bere içinde kalmış kivi kuşuna silah kuşanmış koala katılıyor ve , “ İşte bu Biziz” diyor. Kivi : “Doğrusu da bu” diyerek yanıtlıyor onu. O sırada karşılarında dev bir Hindi onları bekliyor. Koala, kivi kuşuna dönüp: “Benim bildiğim kivi kuşunun kolları yoktur” diyor. Kekeleyen bizim kivi: “ Evet , şeyy... ama savaş halinde bizimde kollarımız vardır.” diyor ve ikisi birlikte Hindiyi pataklamaya girişiyorlar. Beni hüzünlendiren bu karikatür onları nedense çok güldürüyor. Aslında benim dışımda herkes, bu çizgili hikayeye kahkahalarla tepki verdi diyebilirim.
Bu sabah Nick ve Vic’i ortalarda göremeyince onların nerede olduklarını Will’e sordum. Gözlerini kaçırarak, “ Nerede olduklarını Tanrı bilir John.” Dedi. Gelibolu’da bu sözlerin bir tek anlamı vardır, o da ölüm. Ne garip değil mi, kısa zamanda buna alıştık. yoksa çıldırdık mı? “ Nasıl ?” diye sorduğumda ağabeyim sustu. Ben de sustum. Ağlamak istedim. Ama ağlayamadım. İçimde tek bir duygu yoktu. O kadar. İşte o kadar. Artık o iki delikanlı yok. O kadar. O kadar basit.
Sizi anlatmayı çok istediğim bir tepe var burada. Ona bir tepe , bir kayabaşı demek bana eksikmiş gibi geliyor, çünkü ilk gördüğümden beri onu canlıymış gibi düşünüyorum ben. Tam çıkarma yaptığımız koyun karşısındaki dik tepenin en yüksek ucundan aşağıdaki plaja, yani bize doğru kükremiş bir baş misali uzamış mahmuz gibi bir çıkıntı var. Bu kayabaşı, tıpkı Mısır’daki insan başlı aslan figürüne benzediğinden ona Sfenks adını taktık. Dağın tepesinde mavi bir şekilde oturmuş bu kaya parçası, sanki koyu gözetliyor ve onu yabancılardan koruyor. Ya da, ne bileyim, sanki insan eliyle yontularak, tepemize yerleştirilmiş bir bekçi. Bizi gözetliyor. İnsan ondan kaçamıyor. O hep bizi gözetliyor. Hayır, bu da değil, bu Sfenks kayası bizi tehdit ediyor. Will Mısırdayken eski Mısır kültürü ve mitolojisine göre Sfenkslerin , piramitleri kötü güçlerden koruması için yapılan birer simge olduklarını öğrenmiştim. Bunu bana söylediğinde, Gelibolu’da çıkarma yaptığımız koyun tam karşısında doğal olarak bir sfenk bulunmasının ne anlama geldiğini anladım. Bu bir tesadüf olabilir miydi? Bence burada yabancı ve kötü güç bizlerdik ve bu topraklarda biz istenmiyorduk. Russell benim bu açıklamamı saçma buluyor ve bana kızıyor, fakat başımı ne zaman kaldırsam, o sfenks kayası orada bana bakıyor. Uyuyabildiğim kısacık zamanlarda rüyalarıma giriyor. Orada mağrur ve güçlü başıyla kükreyerek bir şeyler söylüyor. Bu koya Türkler ne diyor bilmiyorum ama buraya çıkarma yapmamız sebebiyle adını Anzak Koyu olarak anıyoruz. Anzak Koyu bana çok romantik ama aynı zamanda yapay bir isim olarak görünüyor. Bence burası tarihe Kanlı Gelibolu Koyu olarak geçmelidir. Şimdi biraz uyuyacağım. Mektubumda saygısız ve kibirli bulacağınız satırlar ve düşünceler için beni bağışlayın. Belki benim de Will gibi daha sık ve daha mutlu mektuplar yazmamı tercih ederdiniz, ama maalesef gerçek buna müsait değil. Üslubumun sertliği tamamen şartların tesiri ile olmuştur. Yoksa sizlere ve vatanım Yeni Zelanda’ya karşı hislerim ve bağlılığımdan bir an için dahi kuşkuya düştüğüm yok, böyle bir şey olmadı, olamaz da. Beni düşünün ve bana dua edin. Hiç kuşkunuz olmasın ki , ben bu savaşta ölmeyeceğim.
Hepinize Gelibolu cehenneminden derin sevgilerimi gönderiyorum.
Oğlunuz ve Kardeşiniz
Alistair John Taylor
Not: Helen, Keri’ye birkaç kere mektup yazdım ama cevap alamadım. Umarım kendisi iyidir. Lütfen onu bul, ona kendisini sık sık düşündüğümü ve buradan mutlaka sağ çıkacağımı söyle.
SERDEM
Açık Profil bilgileri
SERDEM - Özel Mesaj gönder
SERDEM - Daha fazla Mesajını bul