Tekil Mesaj gösterimi
Alt 17.03.08, 10:21   #4 (permalink)
Kullanıcı Profili
Kedi
Gamma Üye
 
Kedi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Feb 2008
Mesajlar: 3.713
Konular: 3171
Puan Grafiği
Rep Puanı:3699
Rep Gücü:56
RD:Kedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 45
128 Mesajına 262 Kere Teşekkür Edlidi
:
Smile

Ne olursa olsun Aydınlanma mümkün olan her yerde reformcu yaratının üzerine bir şeyler kuruyordu. Gerçi yine de bir vurgu değişikliği gerekiyordu. Locke eğitim üzerine adlı kitabında, özgür insanlar yetiştirmek, bireyleri ve yurttaşları eğitmek istiyordu. Bundan böyle pedagojik yayımların ardı arkası kesilmez olmuştu. Okulların durumu, Aydınlanmanın ana ödevi durumuna gelmişti. Çünkü taşlaşmış ve dar olarak görülen bir okul sistemiyle karşılaşılmıştı. Her alanda eski olanın değiştirilmesine dayanılmıştı; ancak, çoğu kez öğretmenlerden gelen bir karşı koymayla karşılaşılıyordu. Mümkün olduğunca geliştirilmiş eski Matematik ve Fizik disiplinlerinin yanı sıra hayvan, insan ve bitkileri ama aynı zamanda yer bilim olarak yerkabuğunu oluşturan cansız taşları da gözlemleyen doğa bilgisi ortaya çıkmıştı. Coğrafya üzerinde yaşanan ve keşiflerin birbirini izlediği bu olağanüstü yeryüzüne ilişkin bilgi veriyordu. Ama aynı zamanda tarih bilgisi de şimdi yüzyıl içinde yaptıkları ve yapamadıklarıyla insanın bilimi olarak hiç değilse daha iyi bir geleceği ilerleme olarak anlaşılıyordu. Şimdiye değin egemen olan Antik Çağ’ın yanı sıra daha yeni tarih ve anayurt tarihi ortaya çıkmıştı. Doğal hukuk, hukuk fakültelerinde kendi yolunu açıyor ve Aristoteles etiğinin yerini alıyordu.

Üniversiteler geleneksel ve akademik mesleğe hazırlıyor, eğitimli ilahiyatçılar, hukukçular ve az bir uygulama ilişkisiyle hekimler yetiştiriliyordu. Fakat uygulama yüzyıl sonlarına doğru tıp fakültelerinde önemli değişikliklere yol açacaktı. O zamana kadar Doctor Medicinae, hastalığa teşhis koyan ve onu bilimsel olarak çözümleyen uzmandı. Doktorluğun araç-gereç kullanmayı gerektiren kısmı doktorların yamağı olarak hiçbir akademik eğitime sahip olmayan cerrahların işi idi. Tıp bilimindeki ilerlemeler, ya bizzat üniversitede ya da tıbbi-cerrahi topluluklarda yeni yönelimlere zorluyordu. Modern doktorun yolu açılmıştı. Ancak şimdi toplum ve devletinin, titiz bir eğitim ve öğretimle başka mesleklere acilen ihtiyacı vardı. Her şeyden önce mühendislerin yetiştirilmesi gerekiyordu; çünkü teknik ilerleme her yerde kendini hissettiriyordu. Doğramacılar, inşaat ustaları, köprücüler, mimarlar uzun zamandır vardı. Ancak şimdi matematiksel –geometrik yollarla bunların sistematik eğitim ve öğretimine başlanmıştı.

Almanya’da ilk önce moderncilik akademileri açılmıştı. Mühendislerin mesleği doğum halinde bulunuyordu; 19. Yüzyılda teknik meslek yüksekokullarıyla kesin olarak kendini gösterecektir. Henüz 18. Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Zanaat okullarının, sanayii okullarının, matematik – doğa bilimleri liselerinin ve teknik öğretim kurumlarının habercisi olan “sanat okulları” daha geniş bir zanaat – teknik eğitimin gerçekleşmesi için çaba gösteriyorlardı. Buna koşul olarak muhasebe ve özellikle de önemli yabancı dil dersleriyle uygulamaya yönelik “ticaret okulları” aracılığıyla ticari, çoğalan memurlar için “maliye okulları” hukuksal – ulusal ekonomi karakterlerinde hizmet veriyordu. Ancak aydınlanma burada mı kalacaktı? Meslek eğitimi elbette gerekliydi ve arzulanan bir şeydi. Ama sadece teknikler ve akılcı bilginin karşısında insanları ihmal etme tehlikesi ortaya çıkıyordu. Burada Basedow’un Dessav’da Martın Plonta ve ulysses von dalıs’in Grovbünden de gerçekleştirmeye çalıştığı bütünsel bir eğitimin ilk denemeleri olan insan sever akım kendini gösteriyordu. Ancak böyle bir şey sadece belirli seçkinleri etkiliyordu. Kentsel koşullardan gelen yüksek tabaka çocuklarını ister genel bir inanca fikirden olsun, ister akılcı devlet politikası düşünenden mümkün olan herkesin yeni ışığa katılmasını sağlamak yeni hareketin özünde yatıyordu. Henüz yüzyıl başında, basit gündelik sorunların, tıpkı felsefenin büyük sorunları gibi incelenmeye değer olup olmadığı sorusu akılları kurcalıyordu. Eğer halk aydınlatılacaksa, bu ilk önce okuma-yazma bilmezlikle mücadele yoluyla ve daha iyi, daha geniş kapsamlı ve olabildiğince kolay anlaşılır bir okul eğitimiyle olmalıydı. Bu da alt tabaka için özel okulların, yeni fabrika okullarının ve yoksullar için okulların kurulmasıyla yapılabilirdi. O zamanki kent ve taşra okulları her çocuğa açık olacak şekilde daha demokratik bir biçime sokulabilirdi. O zaman ileri gelenlerin çocukları pis kokulu çocuklarıyla aynı havasız yere kapatılmaya razı olmak zorundaydılar; böylece çoğu kez ilahiyatın işsiz adaylar tarafından verilen özel dersler, herkese açık okula yeğleniyordu. Zenginin ve yoksulun aynı okul sırasında oturmasına ilişkin hayali devletine göre az ya da çok başarıyla ancak 19. Yüzyılda gerçekleştirecekti.

İşçiler

İlerleyen sanayileşmeyle birlikte öncelikle İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya ve İsviçre gibi ülkelerde el ve imalat işçilerinin oluşturduğu yeni bir tabaka belirmişti. Görmüş olduğunuz gibi, tek başına zanaat, toplumun bütün gereksinimlerini karşılayamadığı için, ne kentte ne de taşrada yeteri kadar geçimi olan ve yaşamlarını kolaylaştıracak her türlü işe sevinen yedek halka, yeni işte tam da bu yoksul tabakaya el atılmıştı. Yatırım yapacak sermayesi olan kişiler, tekstil tüccarları, üretimlerinin temel kısmını böylece ucuza imal ettirebiliyorlardı. Çiftlik sahipleri, çalışanlarını zaman zaman imalatla, yeni fabrika işiyle görevlendiriyorlardı. Fabrika sahipleri bazı parçalarını taşrada imal ettiriyorlardı. Ancak evde yapılan el işine giriş, çoğu kez insanlara yardım amacını taşıyordu. Öyle ki İsviçre Glorus kantonundaki kilise görevlisi Herdegger ya da Alsace, Steintal’deki papaz Oberlin, kentlerde sanayicilerle temasa geçerek ücra bölgelerde yaşayan yoksul halka yeni kazançlar sağlıyordu. Boğucu ırgatlık ya da gündelikçilik yazgısından aslında sadece göç ya da askerlik yoluyla kurtulunabiliyordu.

El işçileri özellikle taşralı alt tabakalardan, ırgatlar ve gündelikçilerden oluşuyordu. Bunları, ya köy ekonomisinin hizmetindeki basit mesleklerin yanı sıra dokumacılık ve ipçilikle yaşıyor ya da yalnızca sınai işlerle geçiniyorlardı. Johcının Wolfgong Van Goethe, Wihelm Meıster’in Çıraklık Yıllarının üçüncü kitabında, el işçilerinin yaşadığı bir bölgeyi ziyaretinde sözü bu sınai işe getirmektedir. Goethe, evlerde yapılan elişinin öncelikle teknik yönüyle ilgilenmekte ve tüm olayı estetik ve ne de olsa folklorik bir zevkle incelemektedir. Ama işin sosyal yönünü gözden kaçırmaz. Bu yön, dinsel bir görünümde olabiliyordu. Doğru yolu gösterme amacını taşıyan cemaatler ve tarikatlar böyle çevrelerde bir kez daha görülmekteydi. Çünkü taşra kilisesine bağlı, din adamları, Kitabı Mukaddes’ten bilinip de öteden beri alışılmış olan örneklere daha çok uyan köylülerle ilişkiye geçiyordu. Dokumacıların, çalışırken düşünmek ve düşüncelere dalmak için, ayrıca okumak ve anlatmak için çok zamanları vardı. Öteden beri bir yere yerleşmiş olan köylülerden daha hareketliydiler. Ancak köken olarak yoksul insanlardı ve kazançları çoğu kez, o zamana dek olsa olsa zengin köylü oğullarının ve kızlarının hakkı olan sade bir lükse gidiyordu. Çoğunlukla düşüncesiz kabul ediliyorlardı. Weimar’lı saray adamının betimlemediği şey ise, bir dünya pazarının yok olup gittiği ve alt tabakanın taşralı sıradan parçasının sıkıntılı yaşamına, hatta yoksulluğa ve dilenciliğe geri dönmek zorunda kalındığı zaman, bunalımlara dayanıklı olmayan el işçilerin tabakası üzerine belirli aralıklarla çöküp kalan sefaletti.

Goethe girişte, yaşlı bir dokumacıya eli kulağında başka bir tehlikeden söz ettirir. “Makine sisteminin taşradan giderek çoğaldığı ve çalışan elleri işsizlikle tehdit ettiği yadsınamazdı.” Yüzyılın sonlarına doğru gittikçe daha çok fabrika ortaya çıkmış, burada zorlu bir sosyal disiplin altında çalışıp yaşayan işçiler gitgide çoğalmaya başlamıştı. Kısa bir süre sonra İngiltere’de sınar işin bu etkili, yeni biçimine karşı el işçilerinin aciz ve ümitsiz isyanı fabrika tahribatları gerçekleşecektir.

18. yüzyılda el ve fabrika işçileriyle birlikte köylülükleri son bulan yeni bir sınıf ortaya çıkmıştı. Her şeye karşı hala katı olan sosyal düzen nedeniyle taşıyıcılarınki, kentteki tüccar için mal getirip götüren aracılarınki dışında onlar için yükselme olanağı pek yok idi. Sonraları 19. Yüzyılda Lonca ve Zümre engelleri en azından resmi olarak ortadan kalktığı zaman, fabrikatörlüğe kadar yükselme olanağı doğmuştu. Bir başka olanak da, başka mesleklere geçebilmeydi; ayrıca büyük patlayıcı siyasal ve sosyal potansiyelleriyle 19. Ve 20. Yüzyıl işçileri ortaya çıkıyordu.

Eleştirici Düşüncedeki Gelişmeler

Aydınlanma çağının en temel özelliklerinden birisi de eleştirici düşüncedeki gelişmelerdir. Bu dönemde eleştirici düşünce her alanda kendini göstermiştir –hiçbir şey olduğu gibi kabul edilmiyor eleştiri süzgecinden geçiriliyordu. Akıl, insan yaşamında ve düşünce alanında kabul gördüğünden bu yana dogmatik düşünce karşısında daha sağlam durur hale geldi. Aydınlanma çağının insanı, akla duyulan bu güven ve eleştirel tavır, eskinin terk edilmesini ve yeninin üretilmesini sağlamış, Avrupa toplumunu çağın ötesine götürmüştür.

Felsefede eleştiri çağı Locke’la başlar Kant’a kadar uzanır. Bu dönemin düşünürleri arasında özellikle Kant ve Hume geleneksel metafiziğe kuşkuyla bakarak bilginin gücünü belirlemeye başlamışlardır. Kant’ın felsefesinde, aklın ve bilginin doğası konu alınır. Kant bilgi yetisini sorgular. Hem kuşkuculuktan hem de dogmatizmden sakınmak isteyen Kant, Hume’un birçok görüşünü paylaşmakla birlikte,onun kuşkuculuğunu kabul etmez; metafiziklerin dogmatizmine, varlıkla ilgili temelsiz spekülasyonlarına karşı çıkar. Kant’ın tespit etmiş olduğu gibi geleneksel anlamda metafiziği, yeni dünyanın, Tanrının ve ruhun gerçek doğaları, evrenin başı sonu gibi konularda yalnızca aklı kullanarak bir bilgi elde etmeye çalışan temel felsefi disiplin olarak değerlendirilmiştir. Metafizikte böyle bir bilgiye yalnızca akıl yoluyla, ulaşılmaya çalışılır. Çünkü duyuların tanıklığına başvurulan empirik şeylerin kendilerinin temel doğrularına, bunlar duyular tarafından algılanmayan konular oldukları için nüfuz etme olanağı vermez.

Aydınlanma çağında en büyük eleştiri hedeflerinden biri de din ve dine dayalı ahlaktır. Bu eleştiriyle birlikte dinin ve dine dayalı ahlâkın –ki bu ahlâk ortaçağ Katolik Hıristiyanlığının ahlâkıdır- toplumdaki baskısı azalmış birey din karşısında önem kazanmış “birey ahlâkı”, “kitle ahlâkı” karşısında belirlemeye başlamıştır.

Aydınlanmanın çoğu düşünürleri, ateist ya da deist idiler. Hıristiyanlıktan nefret eden bu düşünürler, batıl inançlarla, bağnazlık ve dini insanlığın ilerlemesi önünde en büyük engel olarak görmüşlerdir. Din inançlarla uygulamaların yalnız kişisel değil fakat toplumsal karar alma ve eylemde yol göstericiler olarak görülmesi eleştirilmiştir; böylece, dini düşünce, uygulama inanç ve kuralların toplumsal anlam ve öneminin büyük ölçekli olduğu bir “altın çağı”nın geçmişte yaşandığı kabul edilir.

Dini inançların toplumsal yaşamdaki katı baskıları ve kilise o dönemin düşünürleri tarafından katı bir biçimde eleştirilirken Protestanlık içinde bulunduğu çağa ayak uydurmaya çalışmıştır. Toplumdaki batıl inançlar da dinden kaynaklansın ya da kaynaklanmasın şiddetle eleştirilmiştir. Bu eleştiriler yapılırken bir yandan da halk olabildiğince eğitilmeye ve aydınlatılmaya çalışılıyordu. Ortaçağ Katolik Hıristiyanlığı ve dogmatik batıl inançlar derin yaralar olarak yerini daha insancıl bir Hıristiyanlığa bırakmak zorunda kalmıştır. Dinin büyük bir değişikliğe uğraması zor olduğundan, değişim büyük olmasa bile, en azından uygulama alanlarında daha insancıl olunmuştur. Zaten dinin toplum yaşamına müdahalesi oldukça kısıtlanmıştır. Bu en çok henüz genç sayılan burjuva sınıfının işine yaramıştır.

Birey kendi vicdanını gönlünce işleme olanağı bulmuş, ahlâk anlayışını kendisi temellendirmiştir. Böylece din karşısındaki yığın değil kendi ahlâk anlayışını kendisi belirleyebilen bir şahsiyet olmuştur.

Aydınlanma çağı aklın mutlak üstünlüğünü kabul ederek başlamış ve devam etmiştir. Zaten aydınlanmanın diğer adı da Akıl Çağı’dır. Bu çağda aklın tüm doğmatik inançlara karşın mutlak bir zaferi vardır. Akıl artık hem bilimlerdeki gelişmenin temel dayanağı, hem de toplumdaki bireylerin günlük yaşamını belirleyen, ahlâkın bile ona göre şekil aldığı yol göstericidir. Bireysel ve toplumsal yaşam, aklın ilkelerine göre düzenleniyordu. Akılcılık, bilginin tek gerçek kaynağının akıl ve bilimin de temelde akıl yoluyla oluşturulmuş olan tümdengelimsel bir sistem olduğunu, doğruluğun tek ve temel ölçütünün mantıksal tutarlılıktan meydana geldiğini iddia eder.

Akılcılık, Aydınlanma’da insanın rasyonelliği doğuştan getirdiği aklına inançla belirlenir. Buna göre akıl insana matematiğin en soyut, en karmaşık doğrularını anlama ve öğrettiği bu doğruları evrene uygulama olanağı vermiştir. Aydınlanmanın akılcılığını tamamlayan şey, sınırsız iyimserlik olmuştur. Bu iyimserliğin temelinde ise evrenin tüm yönleri ve her ayrıntısı ile rasyonel olduğu inancı bulunmaktadır. İnsan iradesini belirleyen öğede akıl olduğu için insan evrenin yapısına ve düzenine ilişkin bilgisine dayanarak eylemek zorundadır. Bundan dolayı insan varlığı, yalnızca kendisini değil, içinde yaşadığı toplumsal düzeni de geliştirip yetkinleştirebilir. Bu bağlamda, Aydınlanmaya damgasını vuran bir diğer özellik, insan doğasının evrenselliğine duyulan inançtan başka bir şey değildir. Buna göre herkes aynı akla sahip olduğundan, herkes aynı rasyonelliği sergilediğinden, uygun bir eğitim süzgecinden geçmiş olan herkes aynı doğru sonuçlara ulaşmak durumundadır. Öte yandan akılcılık, ahlâk alanında, neyin iyi ve doğru, neyin kötü ve yanlış olduğuna karar verilen, duygu gelenek, otorite ya da arzulara değil, akla başvurulması gerektiğini öne sürer. Din alanında ise, inancın doğruluğuna, vahiy ya da başka olağanüstü yollarla değil de salt akıl ve diğer doğal yetiler aracılığıyla ulaşılması gerektiğini dile getirir.

Aydınlanma ile birlikte insana ve insan aklına verilen önem bireyi toplum ve devlet karşısında öne çıkarmıştır. Bireyin önem kazanması da yine insan aklına duyulan inançtan kaynaklanmaktadır. “İnsan akıl sahibi bir varlıktır ve değerlidir.” Düşünceleri hakim olmuştu artık. Ortaçağa baktığımızda bireyin din ve gelenekler karşısında ezildiğini Tanrının buyruklarını yerine getirmekten başka bir görevi olmadığını görüyoruz. Bireyin eleştirmeye ve sorgulamaya hakkı yoktu. O sadece mevcut toplumun içerisinde edilgen bir nesne idi.

Aydınlanma ile birlikte akla ve bireye verilen önem bireyi ön plana çıkardığı gibi, onu bir o kadar da etrafından sorumlu kılmıştır. Bireyin aklını kullanma özgürlüğü, ona sorumluluğu dayatmış, böylelikle birey toplumun etkin bir üyesi haline gelmiştir.

Artık Tanrının ve devletin karşısında, görevi sadece emirlere itaat etmek olan bir yığın değil, bilen, eleştiren, sorgulayan bireyler topluluğu vardır. Aydınlanmadan sonra bireycilik bir öğreti olarak kabul edilmiştir. Bireyin ve somut olanın gerçekçiliğini vurgular, siyasi ve toplumsal olarak, devletin birey için var olduğunu iddia eder ve bireyin özgürlüğüne önem verir. Kendisine yeten, kendi kendisini yönlendirebilen bireyi, toplum ve devlet karşısında ön plana çıkartır. Tüm siyasi örgüt ve toplumsal oluşumların temel ve en yüksek amacının bireyin, kişinin haklarını korumak, bağımsızlığını güvence altına almak ve gelişimini hızlandırmak olduğunu savunur. Bireycilik 18. y.y.’da, klasik ekonomi politiğinin yükselişi ile anlam ve önem kazanmıştır. Bireylerinin dışındaki bir gerçeklik olarak toplumun varoluşunu yadsıyan, özgür bireylerin ekonomik alandaki rekabetlerinin yararlı sonuçlarını vurgulayan, iş bölümünün gelişimi ile birlikte, rollerde söz konusu olan çeşitlemeyle, bireysel farklılıklara özel bir önem arzeder. Başka bir deyişle, ontolojik, siyasi ve toplumsal olarak bireyi ön plana çıkartan bireyciliğe göre devlet bireylerin kendi amaçlarına ulaşmak için kullanmak durumunda oldukları bir araçtır ve hiçbir zaman kendi içinde bir amaç olmaz. Toplumun bireysel üyeleri için varolduğunu söyler. Bireycilik, ekonomi alanında serbest rekabet teşebbüs özgürlüğünü demek olan liberal anlayışa, dini bir çerçeve içinde ise, bireyin Tanrıyla olan ilişkisinin devlet ya da başka kurumlar tarafından değil de, bireyin kendisi tarafından belirlendiğini bireyin dini konularda özgürce düşünme ve tartışma hakkının bulunduğunu, bireyin dilediği dine ya da dini topluluğa girebileceğini savunur.
Ahlâki anlamda da, ulusal adet ve gelenekler eleştirilmiştir. Ahlâki yükümlülüğün bireyin bilincinde doğuştan varolduğunu, ahlâki ödevlerinin kaynağının toplum ya da başka kurumlar olmayıp, bireyin kendisi olduğu savunulmuştur.

Aydınlanma çağı, her alanda bir eleştiri çağı olmuştur. Eleştirilerin en büyük hedefi özgür düşünceyi kısıtlayan, aklın varlığından bihaber olarak görülen Katoliklik ve Katolik Kiliseleri idi. Ortaçağ skolastik düşüncesinin uzantısı olan bu kurum filozoflar tarafından ağır eleştirilere uğruyordu.

İncil bilimsel eleştiriye tabi tutulmaya başlamıştı. Gerçi herkes halâ vahiy kavramında ısrar ediyordu ama vahiy, doğal dinin mükemmelleştirilmesinden başka bir şey değildi. Her insanın doğasından gelen dinsel bir gereksinimi vardı. Sadece bu eğilimi Hıristiyan öğretisinin yardımıyla mükemmelleştirmek söz konusu idi. Böylece, gerçekle vahyinin öneminin azaltılması için hatta ortadan kaldırılması bir başka deyişle sadece tanrısal doğa yasalarını tanıyan ama kişisel bir tanrıyı tanımayan yaradancılık için, hatta hiçbir dinsel doğmaya bağlı olmayan düşünce biçimi için bir yol açılmış oluyordu. Bu yüzyılda birçok yaradancı ve birkaç da tanrı tanımaz vardı. Ama bütün dikkate alındığında dindarlık sağlamlaşmıştı, fakat eleştirel bir biçimde sağlamlaşmıştı. Geleneksel kiliseye bağlı kalınmıştı. Gerçi artık insanlar heretik oldukları gerekçesiyle yakılmıyordu ama sınır dışı edilme tehlikesi vardı. Sadece İngiltere, Hollanda ve Berlin’de özgürce hareket edebiliyordu. Bununla birlikte sonunda her konuda zamana uygun aydınlanmacı bir tutum kendini kabul ettirmişti. Dinsel öğretinin katı biçimciliğinden yana olanlar azınlığa inmişti.

Ahlâk da bu gelişmelerden nasibini almıştır. Ahlâk Ortaçağ’dan bu yana din çerçevesinde ele alınıyordu. Ahlâk üzerinde Kilisenin rolü büyüktü. Yeniçağ’da dinin inancın doğrularına vahiy ya da başka doğa üstü yollarla değil de, salt akıl ve diğer doğal yetkiler aracılığı ile ulaşılması gerektiği görüşü hakimdi. Ahlâk alanında neyin iyi ve doğru, neyin kötü ve yanlış olduğuna karar verirken, duygu, gelenek, otorite ya da arzulara değil de, akla başvurulması gerektiği savunulmuştur. Böylece ahlâk dinin egemenliğinden kurtularak, bilimsel felsefi bir boyut kazanmıştır. Bu çağda, geleneksel ya da ahlâkın, ahlâk felsefesinin, iyi ve doğruya ilişkin bir araştırmadan değil de ahlâk kuramlarıyla, ahlâki inançların ifadesinde kullanılan terim ve önermelerin mantıksal analizinden meydana geldiğini savunan analitik yaklaşım yer alır. İnsanın düşüncesi, eylemi ve dilinde ortaya çıkan ahlâki öğelerin doğası ve anlamını çözümleyen analitik ahlâk; ahlâki kavramların anlamlarıyla ahlâki yargıları haklandırma temellendirme veya desteklemede kullanılan yöntemlerin mantıksal analizinden meydana gelir. Şu halde ahlâk normatif kurallar bütünü olarak değil, yargıları anlam ve kökenleriyle araştırılan bir olgu haline gelmiştir. Bu doğrultuda değişik ahlâk anlayışları ortaya çıkmıştır.

Rasyonel Ahlâk; Bu ahlâk anlayışına göre özerk olan yani ahlâkta nihayi ve en yüksek amacın, dış koşul ve etkilerden, insanın duyusal boyutundan bağımsız olarak, insanın kendisi, insan aklı tarafından belirlenir. Mutluluğu değil de insanın ahlâki gelişme ve yetkinliğini en yüksek amaç olarak görür. Rasyonalist ahlâk çerçevesinde Kant’ın öncülüğünü yaptığı “Ödev Ahlâkı” önemli bir yer tutar. Ödev Ahlâkı önemli bir eylemin sonuçlarından bağımsız olarak bir takım ahlâki ödev ya da davranış kuralarını yerine getirip getirmemesinden çok, eylemin temellerindeki ilke ve ödevin önemli olduğunu savunur; insanın akıllı ve sorumlu bir varlık olarak yerine getirmek durumunda olduğu bir takım ödevleri olduğu düşüncesinden hareket ederek ahlâkın temeline ödevi yerleştirir. Düşünce tarihinde deontolojik bir ahlâk anlayışı benimseyen büyük filozofların ilki olan alman filozofu Kant, ahlâkta temel olanın, eylemin sonucundan çok ahlâk yasasına saygı ödev duygusu ve insandaki akılı öze hitap eden ödevleri gerçekleştirme olduğunu söyler. Ona göre, ahlâki eylemin gerisinde bir ilkenin bulunması onun bir ödeve dayanağı olması eylemin kendisinden ve sonuçlarından çok daha önemlidir. Kant’ın sonuçlar yerine ilkelerle ilgilenmesinin, ahlâkın temeline ödev ve ödev duygusunu yerleştirmesinin en önemli nedeni, onun tüm insanların ahlâklı olabileceği konusundaki sarsılmaz inancıdır. Ona göre, insanlar yalnızca etki edebilecekleri, kendi denetimleri altında bulunan şeylerden sorumlu tutulabilirler. Oysa eylemlerin sonuçları, çoğu zaman, insanların denetleyebilecekleri alanın dışında kalır. Bundan dolayı, ahlâki eylemin sonuçları önemli ve özsel değildir. O akıllı insan varlıkları olarak bizim bir takım ödevlerimiz olduğuna inanır. Söz konusu ödevler ise, "Her zaman doğruyu söylemelisin”, “Hiç kimseyi öldürmemelisin”, türünden kategorik ödevlerdir. Yani bunlar insana akıllı ve yüce varlık olduğu için, mutlak bir biçimde ve koşulsuz olarak yapmak zorunda olduğu şeyleri söyleyen buyruklardır. Bu buyruklar, onları yerine getirince hangi sonuçların olacağını dikkate almadan yerine getirilen buyruklardır. Onlar, insanlara belirli şekillerde eylemlerini söyleyen buyruklardır. Kant ahlâkı kategorilerden oluşan bir buyruk olarak görür.

Empirik Ahlâk: Empiristler, etiğin deneyden çıktığını ve temellerinin bir moral duygudan kaynaklandığını kabul etmişlerdir. Bu anlayışa göre, Ahlâkta daha çok aklı ve iradesi tarafından değil, arzu, istek, haz ve duygularıyla belirlenip dış koşullara göre belirlendiğidir. Empirik ahlâk mutluluğu ahlâki eylemin sonsal en yüksek hedefi olarak görür. Mutculuk, mutluluk ahlâkı olarak da bilinir ve empirik ahlâk çerçevesinde ele alınır. Mutluluk ahlâkı, ahlâkı eylemin nihai hedefinin mutluluk, doğru eylemin en yüksek amacının kişinin kendisini tam olarak gerçekleştirmesi potansiyel güç ve yeteneklerini tam olarak hayata geçirmesi olduğunu savunur. Örneğin, bütün bir antik Çağ Yunan Ahlâkı mutçu bir ahlâk olarak görülebilir. 18.y.y. aydınlanmasında da ortaya çıkan mutçuluk ahlâk felsefesinde eylemin ahlâki değerini, ilkede değil de, sonuçta bulan bir ahlâk görüşüdür. Yeni Çağ’da mutçuluk Antik Yunan’daki bireyci karakterini yitirir. Modern toplumun, modern hukuk ve modern devlet anlayışlarının ortaya çıkışıyla birlikte, mutluluk ideali toplum geneline yaygınlaştırılır. Artık söz konusu olan, tek tek kişilerin değil, toplumun mutluluğu, toplumsal bir mutluluktur. Bu dönemde, bencil temellere değil de, özgeci temellere dayanan bir yaşama ideali ortaya çıkar.
--------------Tualimforum İmzam--------------
Boşverdim
Kedi isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla