Tekil Mesaj gösterimi
Alt 17.03.08, 10:20   #1 (permalink)
Kullanıcı Profili
Kedi
Gamma Üye
 
Kedi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Feb 2008
Mesajlar: 3.713
Konular: 3171
Puan Grafiği
Rep Puanı:3699
Rep Gücü:56
RD:Kedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond reputeKedi has a reputation beyond repute
Teşekkür

Ettiği Teşekkür: 45
128 Mesajına 262 Kere Teşekkür Edlidi
:
Smile Dünya Kültür ve Tarihi-Aydınlanma Çağı

Aydınlanma Çağı

Feodalite içinde gelişen daha sonra iktidarı alan sınıf burjuvazidir. Bu iktidar değişimi, yeni bir dünya görüşü, yeni bir felsefe, yeni bir iktisadi ve sosyal doktrini de beraberine getirmiştir. Aydınlanma’nın dayandığı ilkeler sadece burjuvaziyi değil tüm insanları kapsayan, eski düzenden –feodaliteden- yana olanlara karşı –asiller ve ruhban sınıf- bütün insanların mutluluğunu amaç edinmiş görünen ilkelerdir. Hürriyet, ilerleme, insanın değeri gibi kavramlar insandan yana olan kavramlardır. Aydınlanma felsefesi önyargıları –özellikle Kilise’nin yarattığı önyargıları- kırmayı amaçlar bu yönüyle anti-dogmatiktir.

Genel olarak değerlendirildiğinde Aydınlanmayı belirleyen temel kavramlar; hümanizm, deizm veya ateizm, akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik ve evrenselliktir. Bunlardan Hümanizm, Aydınlanma’da, her şeyden önce dünyanın, sınırları doğa tarafından değil de, ulusal sınırlar tarafından çizilen insani bir dünya olduğu anlamına gelir. Dünya artık insanların elindedir. Buna göre dünya, insanın değerleri, tutkuları, umut ve korkularıyla belirlenen insani bir evrede bulunmaktadır. Bu evrede, insanın evrensel olan doğasına büyük bir inanç beslenir. Temel duyguların, fikirlerin her yerde aynı olup, ulusal, kültürel ve ırk bakımından olan farklılıkların yapay olduğu savunulur. Aydınlanma boyunca bir yandan farklılıklara hoşgörüyle bakılırken, bir yandan da insanın doğası ve gerçek anlamı gün ışığına çıkartılmaya çalışılır. “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü Aydınlanma’nın en önde gelen sözlerinden biridir.

Hümanizmi tamamlayan tavır ise deizm veya ateizmdir. Başka türlü söylemek gerekirse Aydınlanma’nın düşünürlerinin çoğu deist veya ateisttiler. Bu düşünürler batıl inançları, bağnazlığı ve dini insanlığın ilerlemesi önündeki en büyük engel olarak görmüşlerdir. Din ve dogmatizme karşı çıkarken aynı zamanda bilime ve akla sarılan Aydınlanma düşüncesi, Tanrı’nın evrene müdahalesine kesinlikle karşı çıkmış ve bilimin gerektirdiği kendi içine kapalı ve düzenli bir sistem olarak evren görüşünü benimserken Tanrı’yı en iyi durumda bir seyirci durumuna indirgemiştir.

1) Rönesans ve Reform

RÖNESANS

Rönesans kelime anlamıyla “yeniden doğuş” demektir. Ancak buradan Batı’da edebiyatın veya sanatın yeniden doğduğu anlamını çıkarmamalıyız keza Batı’da edebiyat ve sanat hâlihazırda vardır. Rönesans’tan anlamamız gereken daha çok sanatın yönünün değişmesidir. Rönesans hareketinin görüldüğü yerlerde bu hareketi simgeleyen belli nitelikleri görmek mümkündür -Eski Yunan sanatına dönmek, dinsel konularda bile insanı merkez olarak almak, dünyayı gerçeklerini değerlendirmek gibi. Bu düşünüş Ortaçağ düşünüşüne zıttır çünkü Ortaçağ düşünüşü yalnız öteki dünyayı merkez yapıyor, yalnız Tanrı’yı ve dini temaları sanatın konusu olarak kabul ediyordu.

Ancak bu döneminde yaşayanlar eski düşünüşten kendilerini tamamen kurtarmış değillerdir. Geçmişin izleri yer yer sürmekteydi. Bu dönemde Roma sanatına ilgi artmış ve eski eserler yeniden gün ışığına çıkmıştır. Tüm bunlar Rönesans’ın sadece yenilik olmadığını gösterir. Rönesans, modernizmin öncüsü olduğu kadar Ortaçağ’ın da mirasçısıdır. Daha açık söylemek gerekirse Batı’da Ortaçağ ile modern dünya arasında bir basamak, Avrupa’daki Aydınlanma’ya giden bir yoldur Rönesans. Ortaçağ birleşmiş bir toplumu savunurken Rönesans bireyi öne aldı ve bireycilik oluştu. O döneme göre ilerici bir akımdır bireycilik. Bireycilik, giyim kuşamdadır. Ahlak ve inançta serbestlik ister. Kilisenin baskısına direnir, giderek baş kaldırır. Protestanlık, işte bu başkaldırışın dindeki görünüşüdür.

Bütün bu değişimlerde yeni yeni ortaya çıkan bir sınıfın yani burjuvazinin payı büyüktür. İktisadi olarak gelişen ve zenginleşen burjuvazi Ortaçağ’ın ve Hıristiyanlık’ın sıkıcı ahlâk kurallarını eğip bükecektir tabi ister istemez. Yaşama tutkuyla bağlılığı, zevk ve sevinç içinde yaşama arzusunu, giderek biçim ve maddenin yetkinlik ve güzelliğine önem vermeyi getirecektir doğal olarak.

Rönesans hareketi, Batı’da her ülkede aynı zamanda başlamadı. Bazı yerlerde hiç görülmedi bile. Bunun gibi, kimi sanat kollarında pek erkenden başlayan bu uyanış, kimi sanat kollarında bulunmadı. Ama Rönesans hareketinin, Batı’da önce İtalya’da başladığı ve oradan yayıldığı bir gerçektir.

Rönesans felsefesini inceleyecek olursak ilk göreceğimiz hümanizmdir. Rönesans’ın felsefesi insan merkezci bir felsefedir. Hümanizm deyimi, ilkin ve dar anlamıyla, ilkçağ edebiyatı üzerindeki, daha çok filolojik nitelikte olan çalışmalara verilen bir addır. İlkçağ edebiyatı ile ilgili uğraşların ortaya çıkması ise, yeni bir yaşam anlayışı ve duygusunun kendisine biçim kazandırmak istemesinden ileri gelmiştir. Bu yeni anlayış, dinden bağımsız bir kültür kurmak, insan ve dünya ile ilgili bir felsefe yaratmak istiyordu. O halde hümanizm, sadece filolojik bir araştırma değil, modern insanın yeni yaşam anlayışını ve duygusunu dile getiren bir akımdır.

Ancak Hümanizm dinden tümüyle de ayrı düşünülmemeli aksine dinle yakından ilgilenen kişilerdi hümanistlerin çoğu. Hümanist hareket ilk olarak İtalya’da ortaya çıktı. Hareketin öncüsü, 14.y.y.’da yaşamış şair Petrorka’dır. 15.y.y.’da hareketin en önemli merkezi Laurent de Medicis’nin Fleronsa’sı olur. 16.y.y.’da ise, bütün Batı’yı sarar hareket: Başta Hollandalı Erasmus olmak üzere, Alman Reuchlin ve Pirkheimer, Fransız Bude ve Estienne, İngiliz Colet ve Thomos Morus hümanist hareketin akla gelen ilk büyük adlarıdır. İtalya, Rönesans edebiyatının ilk tohumlarını 14.y.y.’da ekecek şekilde olgundu. Dante, bir Ortaçağ adamıydı. Ama yeniçağların da habercisiydi. Çağdaş, Petrorko ise bütün bütüne bir Rönesans adamıdır. Boccaceio’nun “Decameran”, İtalyan Rönesans’ının bugüne değin ününü koruyan eserleri arasındadır. 15.y.y.’ın ortalarından, 16.y.y.’ın ortalarına değin geçen dönem İtalya’da Rönesans edebiyatının altın çağıdır. Akla önce dört büyük destan geliyor. Fulci; Boiarda ve özellikle –Aristo ve Tasso. Siyasal kuramın en önemli eserlerinden biri olan “Hükümdar”ın yazarı o çok ünlü Makyavel de bu dönemdedir. Benvenuto Cellini’nin otobiyografisi.

Rönesans İspanyası, “Don Kişot”u yazan Ceruontes’i yetiştirdi. Onun adı, eseri gibi, dünya edebiyatının ölümsüzleri arasındadır.

1492’de başlayan İtalya savaşları, Fransa ile bu ülke arasındaki ilişkileri çoğaltarak, Rönesans’ın Fransa’ya girmesinde büyük bir rol oynuyor. Yeni bir düşünce ve duygu dünyasının fethine çıkan Bude, R. Estienne gibi coşkun hümanistlerin yanı sıra özellikle Robelais, Ronsord, Montaigne, Rönesans edebiyatının Fransa’da önde gelen temsilcileridir.

Rönesans, Kuzey Avrupa’da edebiyattan çok mimarlığı ve resmi etkiler. Özellikle Almanya’da böyledir. Fakat İngiltere’de Tudarlar Çağı İngiliz edebiyatının en parlak dönemidir belki de. 16.y.y. şairlerle, eşine ancak 5. Yüzyıl Atina’sında rastlanabilecek tiyatro yazarlarıyla doludur. İngiltere’de ünlü “Ütopya”nın yazarı Thomos Morus, Spenser, Francis, Bacon, Marlow, Ben Jonson, Rönesans düşünce edebiyatının İngiltere’deki büyük adlarıdır. Ama o çağ anılınca akla ilk gelen dev var; Shakespeore. Shakespeore (1364-1616), iki dönemin can çelişen feodalizm ile doğan kapitalizmin karşılaştığı noktada yaşadı ve her ikisiyle de mücadele etti.

Miras yoluyla geçen soyluluk, dinsel bağnazlık ve ırkçı düşünceler gibi Ortaçağ kavramlarına karşı çıkarken bir yandan da tüm insanların eşitliğinden yanadır -örneğin kara Afrikalı Othello, ahlâk ve zekâca çevresindeki Venedikli soylulardan üstündür v.b. Babaların otoritesine karşı gençliğin özgürlüğünü savunur. Aşk için mücadelelerinde kadın kahramanları korur ve insan ilişkilerinde gerçeğe özel bir önem verir. Hamlet, Kral, Leon, Othello gerçeği bıkmadan ararlar. Ve gerçek sonunda yalana ikiyüzlülüğe daima üstün gelir onda. Yönetici düşünce olarak doğayı alır. Hareket, yaratış güzellik ve iyilik doğadır.

REFORM

Kilise, Ortaçağ boyunca, bir yan toplumdaki etkinliğini artırırken diğer yandan da sınıfsal olarak yerini belirlemiştir. Ruhban zümre egemen sınıflar arasında yerini alır ve yaşamları da bu sınıfların yaşamları gibidir. Öyle ki, ruhbani başkanların çoğu, laik derebeyleri gibi bir kısmı da günahkâr saydıkları insanlar gibi yaşamaya başlamıştır. Bu nedenle hem kilise’nin başkanı, yani papa, hem de üyeleri –yani papazlar- bakımından bir yenilik gereksinmesi duyulur. Bu gereksinmeyi duyanlardan biri de Luther’dir.

Ortaçağ, insan bedenini, kötülüğün kaynağı kabul etmişti. Bu nedenle Hıristiyanlık, aklın rolünü sınırlamış, bir otoriteye uyma düşüncesini aşılamaya çalışmıştı. Oysa Rönesans bunun tersini yapıyordu. Doğaya dönerek çıplak bedeni anıtlaştırıyor, eleştiri düşüncesini ortaya koyuyor, Kutsal Kitabın Latince metnini denetleme olanağı verecek olan, Grek ve İbrani dillerini genelleştiriyordu. Arka arkaya gelen keşifler ve buluşlar ise insanlığın gururunu yükseltiyordu. Başlarda yoksul halktan oluşan Katolik kilisesi zamanla büyük servetler ele geçirmişti. Almanya’da toprağın üçte biri kilisenindi. 15.y.y. sonlarından başlayarak artan yaşam pahalılığı içinde rahip, rahip olmayan birçok kimseler hırs ile bakıyorlardı. Kilise emlağına soylular, Kilise’de yapılacak ilk düzenlemenin, bu emlağı Kiliseden almak olduğu kanısında idiler. Çünkü gelişmeler, soyluların servetini kararsız bir duruma getirmişti. Fransa kralı Fransa’daki emlaktan yararlanma arzusunda idi. Özetle kilise emlakının ele geçirilmesi sosyal sınıfları harekete geçiriyordu.

Katolik mezhebinde iki hanedan, Habsburg ve Fransız hanedanları arasındaki savaş da Protestanlığın yararına olmuştur. Almanya’da Luther, Fransa’da Calvin, İsviçre’de Zuingli çeşitli sorunlar hakkında birbirinden az çok farklı düşünce ve inanışlarla ortaya çıkmışlar ve Reform hareketinin önderleri olmuşlardır. Luther mezhebi az zamanda, Almanya’dan başka, İsveç ve Danimarka hükümdarlarının kabulüyle, İskandinavya ülkelerinde ve Baltık kıyılarında da yayıldı. Kalvinizm ise İsviçre’de, Fransa’da Hollanda’da ve İskoçya’a yer tuttu. Fransa Kalvinistlere Hügno (Hugeenat), İskoçya’dakiler de Presbiteryan adı verildi.30

Protestanlık İngiltere’ye de geçti. Fakat buradaki reform hareketi, bir mezhep yenilikçisinin görüş ve çabası ile değil, Kral XVIII. Henri’nin, kişisel ve siyasal nedenleri yüzünden papa ile ilişkisini kesmesi ile başladı. Angilikanizm adını alan İngiliz Protestanlığı, XVIII. Henri’nin yerine geçenlerin döneminde, çeşitli eğilimlerin etkisiyle, ileri geri bazı aşamalar geçirdikten sonra, Elizabeth zamanında çıkarılan kanunlar ile iyice yerleşti ve sağlamlaştı. Anglikanizm, gerek kuralları, gerek örgüt bakımından Protestanlığın, Katolikliğe en yakın olan bölümüdür. Protestan kiliseleri aydınlanmacı düşünceleri kabul etmeye eğilimliydi. İncil okuması akılcı bir eğitim ortaya çıkarmış, filolojik yollarla yorum yapmaya çalışmıştı ve ruhban sınıfından olmayanlar da bundan yararlanıyordu. Mezheplerin çoğulculuğu, pozitif bir değerlendirmeyle kurtuluşa giden yolların çokluğu olarak anlaşılabilir.

2) Keşifler Avrupa’sı

15.y.y. ortalarından 16.y.y. sonlarına değin Osmanlı imparatorluğunun en güçlü ve görkemli yıllarına rastlayan –bir buçuk yüzyıllık dönemde-Batı Avrupa’da Ortaçağ’ın son izleri de silinir; askeri, coğrafi, iktisadi, düşünsel, dinsel, siyasal, alanlarda büyük değişiklikler olur. Ufuk genişler ve Batı’nın Yeniçağ’ın belirgin özellikleriyle başlar.

Avrupa denizcilik sektörüne önem vermeye başlamıştı –denizcilik, zamanla bir kâr kaynağı ve iktidar alanı olduğunu göstermeye başlamıştı. Egemenlik alanlarını genişletme eğiliminde olan devletlerin tüm ticari ve politik girişimleri komşu denizler üzerinde yayılmaya yönelikti ve etki alanları zamanla okyanuslara kadar uzandı. Yüzyıllara yayılan bu sürecin temel özellikleri ve bazı kuvvet çizgileri, içerdiği kronolojik olgulardan çok daha önemlidir. Avrupa’da gemicilik alanındaki gelişmeler hep 12. Yüzyıldan yani Haçlı Seferleri’nden sonra başlamıştır. Bunun içindir ki bu gelişmeler üzerinde Doğu dünyasının büyük bir etkisi olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ilerlemelerle 15.y.y.’dan başlayarak Avrupalıların o zamana değin tanıdığı dünyanın sınırları genişlemeye başlar.

Kronolojik açıdan ilk büyük keşif “Newfoundland”ın bulunması, Avrupa’nın gözünü artık yerlerdeki keşiflerden, Okyanus ötesine dikmiş olduğunu gösterir. Keşiflerde her zaman düş ve hırsın payı olmuştur; Avrupa denizlerdeki başarısını da buna borçludur. Ada keşfetme düşü, Avrupa’nın diğer kültürlerle bağlaştığı bir edebi tema değildir. Bu düş olağanüstü bir enerji potansiyeli taşır ve en önemli özelliği sürekliliğidir. Gezginler tarafından keşfedilen ve haritalarda gösterilen bu ada tutkusunu en çok 18.y.y.’daki bir teknik buluş yatıştırabilmiştir. Deniz kronometresinin icat edilmesi, küçük adalarının konumlarının belirlenmesini kolaylaştırmış, Atlantik’in sayısız ada ile dolu olduğu hayali de son bulmuştur. Kolomb ve John Cobat gibi denizcilerin peşine düşerek yani adalar keşfetmeyi düşleyen denizciler Avrupa’yı ekonomik ticari, kültürel alanlarda zenginleştirmişlerdir. Bu teknik buluş vasıtasıyla Müslüman dünyasıyla daha çok etkileşime geçen Avrupalılar baharat ve doğu mallarını Avrupa’ya tanıttılar. Özellikle ipek ve altın en çok aranan metalardı. Baharatın doğu Hint adalarından, ipeğin de Çin’den geldiği biliniyordu. Bunları ya Müslümanlar Güney’den deniz yolu ile ya da Türkler Asya’nın ortasından kara yolu ile Akdeniz ve Karadeniz’e getiriyorlardı. Bu baharat ve altın ülkelerine Müslümanların aracılığı olmaksızın denizden ya da karadan gidilmesi, bu malların asıl yerinden alınması büyük kazançlar sağlayacaktı. Bu keşifleri güdüleyen önemli bir iktisadi nedendi.

Matbaacılığın keşfi, Doğu ve Müslüman dünyası ile savaş ve ticaret ilişkileri, coğrafya bilgisinin Avrupa’da da yayılmasına neden olmuştu. Özellikle dünyanın yuvarlaklığına bir çok kimse inanmıştı. Dünyanın yuvarlak olduğu fikri, Hindistan’a bir çok yoldan ulaşılabileceği fikrini de uyandırıyordu. Bu dönemin bilgileri, kaşiflerin düşünceleri üzerine büyük bir etki yapıyordu.

Batılılar için önemli bir zenginlik kaynağı olan Hindistan’a başlıca dört yoldan gidilebilirdi. Bu yollar; güneydoğu, güneybatı, kuzeydoğu, kuzeybatı bu yolların hepsi denendi ve kültürel ve ticari alanda bir çok alış veriş yapıldı. Batıya ilerleyiş sayesinde Amerika kıtası bulundu. Bu alandaki keşifler hızla birbirini izledi. 16.y.y.’ın sonlarında, Amerika’nın, Asya’nın bir parçası değil, ayrı bir kıta olduğu anlaşıldı.

Coğrafi Keşifler Avrupalıya sadece ticari olanaklarını açmamış, ondan daha önemlisi başka medeniyetleri zenginleştirecek Aydınlanma Hareketinin en önemli basamaklarından birini oluşturmuştur.

3) Keşifler Sonrası Avrupa

15. ve 16.y.y.’larda çok az sayıda insan sorunları devlet çıkarları çerçevesinin ötesinde ele alınabiliyordu. Bu tip bir yaklaşım aynı anda hem geriye hem ileriye doğru bir bakış içermekteydi. “Avrupa” sözcüğü kendi başına tekilliklerin üstünde bir anlayışı ifade ediyordu. Gerçekte bu hiç de yeni değildi ve Hıristiyanlık ideali bir referans rolü oynayacak bir geçiş tarzı sunuyordu. Haçlı Seferlerine ilişkin planlar, Osmanlıların İstanbul’u ele geçirmeleriyle yeni bir dürtü kazanmış ve bir süre için Batı’nın İnebahtı’ya hatta ötesine kadar birliği açısından bağlayıcı öğe olmuştur. 1444 Varna yenilgisinden ders çıkaran Doğu Avrupa Prenslikleri özellikle Türk tehlikesine karşı duyarlıydılar; örneğin, Bohemya Kralı Georg Podicbrad, Avrupa Hıristiyanlığını işbirliğine davet etmişti. Hıristiyanlık sözcüğünün dinsel içeriği yerini “Avrupa”ya bırakacaktı.

Büyük bir kara ve deniz gezgini olan Guillaume Postel’in yazıları gerçekçilikten yoksundu, ama belirli bir etkiye de sahipti. Kitabında Postel denizciliğin ve ticaret hukukunun devletin dengesine katkıda bulunduğu bir evrensel imparatorluk tasvir etmişti; bu dengeyi desteklemek amacıyla, Postel, askeri alanda özellikle batmaz tekne inşaatında icatların yapılmasını öneriyordu. O’nun için bu dünya’da “uyumlu yaşam”, “iyi yaşam” Fransa Kralı ile elde edilebilirdi. Mitolojiye göre, denizlerde İskit ülkesinden Herkül Sütunlarına kadar yayılan Troyalılarla ilgili bir konuydu bu. Bu ideal enter nasyonalizm, böylece yayılmacı ve emperyalist eğilimlerle iç içe geçmişti. Bu eğilimler iç kesimlerinkinden daha iyi ve daha bilinçli olan deniz halkları arasında kendine uygun bir yer bulmuştu. Dahası, hukukçular Bartelomeo’da Sassoferato’nun formüle ettiği önerileri geliştirmişlerdi: Halkların hakları kuramı, yani, Grotius’a göre denizcilik ilişkilerine ayrıcalıklı bir yer veren ulusların hakları kuramı; ticaret hukuku bir devlet yasası olarak kabul edildi. Buna ek olarak 16.y.y. boyunca ticaret hukukuna kuralları ve uygulamaları açıklığa kavuşturulmaya, standartlaşmaya ve enter nasyonelleştirmeye çalışıldı. Grotius, hukuku, Tanrı iradesi karşısında bağımsız ve nesnel bir kurum olarak değerlendirmişti. Doğal hukuk yanlısı olan düşünür, hukuku insan doğasının bir ürünü olarak görmüştür. Laik doğal hukuk anlayışının kurucusu olan filozof doğal hukuğun insan doğasından çıksa bile, aynı zamanda belli bir uygunluk düzeyine erişen uluslar tarafından kabul edilmiş kurallar olarak ele almıştır.

Avrupalılar için deniz her zaman ele geçirilmek istenen kıskançlıkla korunan veya gıpta edilen bir öğe olarak kalmıştır. Dolayısıyla Coğrafi Keşifler de bu doğrultuda yoğunlaşmış ve önemi zaman içerisinde daha da fazla artmıştı. Avrupalıların yeni yerler keşfetme arzusu onu yeni zenginliklere ulaştırdığı gibi yeni medeniyetlerle de tanıştırmıştır. Böylece Avrupa Coğrafi Keşifler sayesinde kendi kabuğundan çıkmış, dünyaya açılmıştır. Tanıdığı yeni medeniyetler ona yalnızca maddi anlamda bir zenginlik sunmamış, bilimini tekniğini, düşünsel dünyasını da tanımıştır. Avrupa değişik medeniyetlerin ürünlerinden bir sentez yaparak, güçlü bir atılım yapmasını bilmiştir. Elindeki fırsatı kaçırmak istemeyen Avrupa Devletleri, teknik açıdan kendini geliştirmek zorunda hissetti ve gemi yapımında büyük başarılar sağladı. Aydınlıklar çağının Avrupa’sı bu konumunu coğrafi keşiflerle birlikte tanıdığı medeniyetlerin tekniğinden düşünsel dünyasına kadar, uzanan kültür ürünlerine borçludur diyebiliriz.

4) Kapitalizmin Gelişmesi

Kapitalizm gelişirken kaba sömürgeciliğe başvurmuştur. Avrupa sömürgelerinden elde ettiği zenginlikleri ana karaya denizler aracılığıyla taşıyordu. Sömürgecilikte başı çekenler keşiflere ilk önce çıkmış olan Portekizliler ve İspanyollardır. Daha sonra İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar da bu kervana katılır. Bu deniz aşırı sömürgecilik kara ticaretinin azalmasını ve deniz ticaretinin artmasını beraberinde getirmiştir. Yeni ticaret yolları ile ticareti yapılan metalarında niteliği değişir; Amerika tütün, kakao, vanilya; Asya İran halılarını ve atlarını; Hindistan ceviz, biber, tarçın ve afyonla kumaşlarını; Sonda adaları, Hindistan cevizi ve karanfillerini, kâfur ve kıymetli ağaçlarını; Çin, ipeğini ve porseleni sağlamaya başladı.

Keşfedilen yeni dünyada madenlerde çalışacak ve toprağı işleyecek yeterli el emeği yoktu –yerliler ilk günden vahşice yok edilmeye başlanmıştı. Yerlilerin yerine Afrika’dan siyahlar getirilmeye başlanmasıyla insan ticareti başladı. Sömürgeciliğin kuruluşundan ve ticaret biçiminin değiştirilmesinden, iktisadi düşüncelerde etkilendi; çalışma, Ortaçağ’da, Tanrı’nın buyruğu bir görev herkesin bağlı olacağı bir kural gibi kabul ediliyordu. Örf ve teamül ile lonca örgütü, patronla ücretli işçinin, satanla, satın alanın karşılıklı ve birbirine zıt çıkarlarını dengeliyordu. Emeğin, haklı ve ılımlı bir fiyatı olması gerekeceği düşünülüyordu. Hiç kimsenin yüksek kazançlar elde etme hakkı yoktu. Oysa 15.y.y.’ın sonlarından başlayarak bu “sınırlı kazanç” kuralı bırakılır. Ticaret alanı ve kazanç sınırı genişler böylece, ticaret maddesi ve konusu sayılmayacak hiçbir şey kalmamış artık.

Bir çok kentte bankalar açılmaya –bu sayede keşiflerle uğraşanlar ve sömürgeciler sermaye kaynakları buluyorlardı- ve ticari malların güvenlik altına alınması için çek ve poliçe kullanılmaya başlandı. Avrupa, Amerika’dan önemli miktarda değerli maden getirmişti bununla birlikte burjuvazi güçlendi. Deniz ve sömürge ticaretinin yanı sıra iç ticaret de hayli gelişmişti; uluslar arası fuarlar kuruluyordu. Kapitalist düzenin gelişimi iyiye gidiyordu; Kapitalizm ilk önce İngiltere’de gelişti. İngiltere’de ileri derecede sanayi bölgeleri belirmişti. Örneğin Belçika’da Verviers Bölgesi, İsviçre’nin bazı kantonları, Silezya’da kanton sanayi bölgesi.

Avrupa’da bazı kentleri bir üniversitenin ya da bir yüksek okulun merkeziydi. Böylece Ruhban sınıfının yanı sıra ilahiyatçılar, hukukçular ve birkaç hâkimden oluşan öğretmenler sınıfı ortaya çıkmıştı. Avukatlar ve eczacılar daha büyük kentlerin akademik karakterini tamamlıyordu. Burjuvalar iyi bir öğrenim sayesinde belirli bir kültüre sahipti. Çok kitap okunuyordu; dinsel doğa açıklamaları, ahlâk öğretisi ve de tüm dünyadan ilginç olaylar üzerine kitaplar tercih ediliyordu. Siyasal görüşler aynı zamanda tarihe duyulan ilginin de nedeni oluyordu. Burjuvazi kendini düşünsel anlamda da geliştiriyor, ufkunu genişletiyordu. Çıkarlarının mevcut düzenle uyuşmaması sonucu Rönesans’ı başlatacak, Aydınlanma’nın basamaklarından birini oluşturacaktı.

Lonca başkanları çoğu kez hâlâ yönetimde bulunuyordu; Fakat asıl iktidar genellikle soylulara özgü bir yaşam süren ve çoğunlukla küçük çiftlikleri olan toprak sahibi kent ileri gelenlerine ya da ekonomik yönden oluşturdukları kilit mevkileriyle ticaret adamlarına ait oligarşinin elindeydi. Kent tarihi içsel hareketlerle, loncaların tepkileriyle, tüccarlara karşı zanaatkârlarla ve belediye meclisinde görev yapan kent ileri gelenlerine karşı tüccarlarla doludur. Bütün yüzyıl boyunca bu savaş, en sert biçimde, sanayileşmiş kentin büyük girişimcilerin kent yönetiminde bulunan eski ailelere başkaldırdığı ve işçilerin de savaşa katıldığı Cenevre Cumhuriyetinde yapılmıştır. Kent ileri gelenleri bazı başarılardan sonra 1782 Fransa Savora ve Bern monarşi ve aristokrasinin birleşik silahlı bir mücadelesiyle yeniden haklarını kazanmıştır. Felemenk gibi Cenevre’de Paris Devrimi’nin provasıdır ama karşı devrimin zaferiyle sonuçlanmıştır.

Avrupalı tüccarlar giderek daha yoğun bir şekilde deniz aşırı bölgelere gidiyorlardı. Avrupa’da 17.y.y.’ın deniz yolu sistemi ve daha uygun taşıma olanakları için kentlerinde yapılan örgü ve dokuma ürünlerinin taşraya taşınmasında sanayileşme yavaş yavaş fabrikalaşmaya başlamıştı. Söz konusu olan ilk tekstil fabrikasyonu idi; bununla birlikte eski saat sanayi üzerinden makine üretimi, giderek daha fazla önem kazanıyordu. Buhar gücü keşfedilmiş ve 18. Yüzyıl sonlarına doğru fabrikasyon için teknik olarak kullanılabilir duruma gelmişti. Orta derecedeki ticaretiyle önem taşıyan imparatorluk kenti Lindau’u örnek verebiliriz. Lindau her şeyden önce ticaretle uğraşan ancak ketende üretimi ticaretle birleştiren bir kent örneğidir. Zanaat ve ticaret, birçok kentte girişime dönüşmektedir. Hammadde alımı bir işletme için taşrada, evde yapılan işin işlenmesi yapılan işin kentte işlenerek değerli hale sokulması, yurt dışına satış gibi.

Ticari işletmenin merkezi hâlâ tüccarların depolarının, bürosunun ve evinin aynı çatı altında bulunduğu kentteki eviydi. Çoğu kez eşi tarafından desteklenen bir tüccar, bütün işi az bir personelle yürütmekte ve gözetim altında tutmaktaydı. Buna ek olarak bir de –bu özellikle cumhuriyetler için geçerlidir- kent siyasetine bağlanım söz konusu idi. Cumhuriyet karşı duyulan sorumluluğun ve ticari ilginin bu ayrılması zor karışımı, zamanın az ya da çok bir kısmını kente ayırmayı anlaşılır kılmaktaydı. Tüccarlar her yerde giderek daha da zenginleşiyordu. Zenginlikleri küçük burjuva kentlerinin ölçülerini zorluyordu. Dar sokaklardaki eski ticarethaneler artık yetmemekteydi. Gerektiğinde layık olduğu şekilde temsil edilebilecek daha güzel ticarethaneler kurmak isteniyordu. Tıpkı soylular gibi tüccarlar da, özgür ve toplumsal olarak daha seçkin bir şekilde hareket edebilecekleri taşrada ev sahibi olmak istiyorlardı. Tüccarlar Cumhuriyet koşullarında iktidarı ele geçirmiş ve loncalara girmişlerdi. Nüfuslu ve saygındılar. Ancak soyluların gözünde sonradan görme “türedi” olarak kalmışlardı. Tüccarların ince ve soylu uğraşlar için, av, kumar ve kadınlar için zamanı yoktu. Çok yoğun çalışıyorlardı.

Monarşiler, vaktiyle yüksek devlet makamlarını soyluların arasına yerleştirebilmiş, ancak tüccarları bu konuya sadece küçük ölçüde dahil edebilmişti. Eski kent ileri gelenlerine ve eski taşra soylularına karşı verilen savaş Cenevre ve Felemenk’te başarısızlıkla sonuçlanmıştı; Fransız devriminden başlayarak ticaretle ilgilenen sanayiciler tabakası –büyük burjuvazi olarak- krallıkla birlikte ya da onsuz, tüm dünyada zafer olayına çıkacaktı.

Tüccarlar ve zanaatkârlar kenti şimdiki durumuna getirmişlerdi. Ancak loncaların kente egemen olduğu ve ilerici ögeyi oluşturduğu zamanlar geride kalmıştı. Tüccarlar özellikle Cumhuriyetlerde hâlâ işler durumdaydı. Ancak, çoğu kez sadece zanaatkârların eski imtiyazlarının ürkekçe korunmasını amaçlayan lonca üyelerinin ve merkezlerinin toplumsal buluşma yerleri olarak, taşraya karşı kentlerin konumu korunmaya ve köylerde bağımsız zanatların gelişmesi engellenmeye çalışılıyordu; öte yandan zanaat işlerini fabrikaya dönüştürme tehdidinde, girişimcilerin yükselmesi büyük bir kıskançlıkla izlenmekteydi. Tüccarlar sonunda kent yönetimlerindeki loncalara sızmış ve nüfus kazanmışlardı. Zanaatkârlar kendi küçük işletmesini de kapsayan evinde oturmaktaydı. Ustanın emri altında birkaç kalfa bulunuyordu. Vasıfsız işçi başvurusu yasal olarak sınırlandığı için, işletmeyi genişletmek olanaksızdı. Büyük girişimlerin gelişimi, büyük tüccarların yaptığı gibi sadece hizmetin taşraya taşınmasıyla mümkün oluyordu. XIX.y.y.’da lonca düzeninin fes edilmesinden sonra –örneğin- bir demirci dükkanından metal fabrikası oluşturabilmişti.

Burjuvazi her şeyden önce imtiyazlı soyluların yanında yer isteyerek hak iddia etti. Monarşilerde özgürlüğe kavuşmuştu. Sadece akademisyenlerle birlikte daha eğitimli değil aynı zamanda tüccarlarla birlikti; bir çok soyludan daha varlıklı olmuştu. Ekonomik ve düşünsel özgürlükle devlet içinde yönetime katılma hakkı elde etmeye çalışıyordu ve bu engeller de çoğunlukla çok yüksekti. Burjuvazi soyluluğa yükselmekten, ileri gelenler arasına girmek istemekten vazgeçmişti. Burjuva olarak kalmak istiyor, burjuva olmaktan gurur duyuyordu. Ancak burjuvazi daha fazla hak ve özgürlük istiyordu. Mevcut olan siyasal düzen onun daha fazla hak ve özgürlük almasını engelliyordu. Burjuvazinin çıkarları tüccarlarla uyuşuyordu. Düşünsel, kültürel alanda ise akademisyenlerin çok şey öğrenmiş ve onlarla birlikte hareket edebilirdi.

Mevcut olan toplumsal sistem toplumun diğer kesimlerini de rahatsız etmeye başlamış, yetmemeye başlamıştı. Ancak soylular aristokrat kesim ve ruhban sınıf mevcut sistemi korumak için ellerinden gelFeodalite içinde gelişen daha sonra iktidarı alan sınıf burjuvazidir. Bu iktidar değişimi, yeni bir dünya görüşü, yeni bir felsefe, yeni bir iktisadi ve sosyal doktrini de beraberine getirmiştir. Aydınlanma’nın dayandığı ilkeler sadece burjuvaziyi değil tüm insanları kapsayan, eski düzenden –feodaliteden- yana olanlara karşı –asiller ve ruhban sınıf- bütün insanların mutluluğunu amaç edinmiş görünen ilkelerdir. Hürriyet, ilerleme, insanın değeri gibi kavramlar insandan yana olan kavramlardır. Aydınlanma felsefesi önyargıları –özellikle Kilise’nin yarattığı önyargıları- kırmayı amaçlar bu yönüyle anti-dogmatiktir.

Genel olarak değerlendirildiğinde Aydınlanmayı belirleyen temel kavramlar; hümanizm, deizm veya ateizm, akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik ve evrenselliktir. Bunlardan Hümanizm, Aydınlanma’da, her şeyden önce dünyanın, sınırları doğa tarafından değil de, ulusal sınırlar tarafından çizilen insani bir dünya olduğu anlamına gelir. Dünya artık insanların elindedir. Buna göre dünya, insanın değerleri, tutkuları, umut ve korkularıyla belirlenen insani bir evrede bulunmaktadır. Bu evrede, insanın evrensel olan doğasına büyük bir inanç beslenir. Temel duyguların, fikirlerin her yerde aynı olup, ulusal, kültürel ve ırk bakımından olan farklılıkların yapay olduğu savunulur. Aydınlanma boyunca bir yandan farklılıklara hoşgörüyle bakılırken, bir yandan da insanın doğası ve gerçek anlamı gün ışığına çıkartılmaya çalışılır. “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü Aydınlanma’nın en önde gelen sözlerinden biridir.

Hümanizmi tamamlayan tavır ise deizm veya ateizmdir. Başka türlü söylemek gerekirse Aydınlanma’nın düşünürlerinin çoğu deist veya ateisttiler. Bu düşünürler batıl inançları, bağnazlığı ve dini insanlığın ilerlemesi önündeki en büyük engel olarak görmüşlerdir. Din ve dogmatizme karşı çıkarken aynı zamanda bilime ve akla sarılan Aydınlanma düşüncesi, Tanrı’nın evrene müdahalesine kesinlikle karşı çıkmış ve bilimin gerektirdiği kendi içine kapalı ve düzenli bir sistem olarak evren görüşünü benimserken Tanrı’yı en iyi durumda bir seyirci durumuna indirgemiştir.
--------------Tualimforum İmzam--------------
Boşverdim
Kedi isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla